İsrail’in Orta Doğu’ya entegrasyon hamleleri ve değişen milli güvenlik algısı

İsrail’in Orta Doğu’ya entegrasyon hamleleri ve değişen milli güvenlik algısı

İsrail, son on yılda Arap devletlerini bir bütün halinde görmektense, ülkeler bazında, demokratik değişim taleplerine ket vuracak otoriter yönetimlerin ayakta kalması için destek veren ve anlaşmaya müsait bir partner imajı çizdi.

Pek çok devletin milli güvenlik stratejileri coğrafyanın ana eksene oturtulduğu doktrinler bütününden oluşur. Diğer uluslar gibi İsrailli yöneticiler ve askerler de kendi milli güvenlik önceliklerini belirlerken ve hatta küresel ölçekteki gelişmelere bağlı bir dönüşüme tabi tutarken en çok göz önünde bulundurulan unsurun coğrafya olduğu söylenebilir. Dahası, 1967 sınırları ve ötesindeki işgal altında tuttuğu topraklar dahil olmak üzere sadece ülkenin bütüncül sınırları değil, en küçük kasabadan başlayan bir sınır-güvenlik ilişkisi İsrail milli güvenlik stratejilerinin temelinde yer almaktadır. Pek tabii milli güvenlik kavramını sadece sınır güvenliğine indirmemiz, hele ki İsrail gibi durağan olmayan politik ve diplomatik atmosfere sahip bir ülke için çok sığ bir değerlendirme ortaya çıkaracaktır.

İsrail’in milli güvenlik stratejilerinin çeşitlendirilmesi ve ana uygulama alanlarının belirlenmesi için öncelediği alanları sıralayacak olursak sınır güvenliği, ekonomi politik, bölgesel ve küresel ittifaklar ve kutsal mekanların statüsü başlıca meseleler olarak güvenlik politikalarının merkezinde bulunuyor. Sınır güvenliği bugün dahi muğlaklık içeren ve işgaller ile genişleme eğiliminde olan topraklarda İsrail kolluk güçlerinin tam hakimiyetine endeksli bir güvenlik meselesidir. Küresel ve bölgesel manada ticaret ortaklarının artırılması ve bu minvalde yapılacak teknoloji transferleri; Doğu Akdeniz ve Kuzey Irak’taki enerji kaynaklarının güvenli bir şekilde nakli, İsrail’in sahip olduğu yüksek teknoloji hizmet ve ürünlerinin pazarlaması, üretimi ve bu sahadaki siber güvenliğinin sağlanması gibi konular ekonomi-politik unsurları içeren milli güvenlik meseleleridir. İsrail’in kurulduğu günlerde SSCB’nin desteğini alması, Soğuk Savaş’ın içerisinde ABD ile yakınlaşması ve günümüzde Çin yatırımlarının ABD’nin itirazlarına rağmen İsrail’e akması küresel manada İsrail’in süper güçlere olan eğilimini gösteriyor. Bugün Arap devletleri ile yaşanan “ikinci baharın” da bölgesel anlamda İran tehdidine karşı bir zorunluluktan doğduğunu düşünecek olursak, devletler arası ittifaklar, İsrail’in tehdit ve fırsat ekseninde değerlendirdiği diplomasi eksenli milli güvenlik meselesidir. Dördüncü olarak ise İsrail devletinin teolojik kökeni ve Kudüs ve çevresinde üç İbrahimi dini de ilgilendiren mabedlerin yönetimi teopolitik manada bir milli güvenlik meselesi olarak değerlendirilebilir. Bu çoklu parametrelerin değerlendirilmesi sonucunda geliştirilen kümülatif milli güvenlik algısı ise İsrail’in Orta Doğu’daki pozisyonunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır.

Bugün pek çok tarihçi mutabıktır ki; İsrail’in milli güvenlik stratejilerinin doktrine edilmesi 1920’lerin başından beri süregelen Arap-İsrail çatışmalarına kadar uzanmaktadır. Revizyonist Siyonizm’in en önemli temsilcisi Ze’ev Jabotinsky’nin “Demir Perde” politikası siyasal anlamda rakibi ve modern anlamda Yahudi toplumunun ilk siyasi lideri olan David Ben-Gurion tarafından da kabul gören bir strateji olmuştur. Arapların Yahudilere gönüllü bir şekilde devlet kurma hakkı tanımayacaklarını öngören bu doktrin, barışın ancak Arapların çaresiz ve ümitsiz bir şekilde Yahudileri Filistin’den çıkarma gücüne sahip olmadıklarını anladıklarında gerçekleşeceğini savunur. Bunun için yapılması gereken de Yahudi toplumu ve Araplar arasına yıkılmaz bir duvar örmektir. Bugüne kadar da “Demir Duvar” doktrini, süregelen bir evrim seyrinde, hem içeride Filistin toplumuna hem de dışarıda düşman görülen unsurlara karşı agresif bir şekilde uygulanmıştır.

Günümüz İsrail diplomasisinin esneme kapasitesini göz ardı edemesek de temel anlamda İsrail milli güvenliği genel olarak askeri bir korumacılık ile şekillenmektedir. Bu noktada İsrail milli güvenliğinin tesis edilmesinde uygulanan politikaları da askeri ve diplomatik olmak üzere iki temel noktada değerlendirmekte fayda vardır. Filistin’de İsrail devleti kurulana kadar geçen süreç içerisinde kullanılan askeri stratejilerin Orta Doğu şartlarına uyarlanıp modernleştirilmesiyle ortaya çıkan milli güvenlik anlayışı şahinleşen asker-siyasetçi işbirliğinin bir sonucudur. İsrail ordusuna evrilen sürecin en ilkel basamağı olan Haganah’ın 1920’lerde kurulmasından günümüze geçen sürede toplumun her kesiminin askerlik kurumu altında temsil edilmesi Orta Doğu’nun genelinde azınlığı temsil eden Yahudilerin her operasyon varyasyonu için hazırlıklı olmaları temelinde bina edilmiştir. Bugün dahi gündelik hayatın içerisinde yer alan bombardıman sığınakları, asker üniformalı genç nüfusun çoğunlukla gündelik mesai saatleri içerisinde askeri görevlerde istihdam edilerek toplum önünde askerlik görevlerini yerine getirmeleri ve yasadışı yerleşim bölgelerindeki sivillerin rahatlıkla sokak ortasında tam otomatik silah taşıyabilmeleri gibi örnekler, yüzyıllar boyunca dünya üzerinde sabitleşmiş Yahudi imajını yıkıp maskülen bir ordu-toplum oluşturmak için kullanılan enstrümanlar olmuştur.

Düşman algısının dönüşümü

1923-1947 arası Filistin savaşı dönemi, 1948 Savaşı, Altı Gün Savaşı, Yom Kipur Savaşı, 1978-1982-2006 İsrail-Lübnan savaşları, Birinci ve İkinci intifadalar, son 20 yıldır sayısız kez cereyan eden Gazze-İsrail çatışmaları gibi başlıca olayları konu alan askeri stratejiler İsrail’in beklediği iç ve dış tehditlere göre şekillenmekte. 1948-1980 arası Mısır, Ürdün, Lübnan ve Irak İsrail’in milli güvenliğine askeri olarak ciddi tehlike arz eden ülkeler olarak sınıflandırılırken, 2000’li yılların başında ise Suriye, İran ve Sudan aksı İsrail milli güvenliğine tehdit olabilecek dış güçleri oluşturuyordu. 1967 Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve Filistin direnişi, 1980’lerden itibaren Filistin’de İslami direnişin de büyük kitlelere ulaşmasıyla İsrail’in sınırlarına sızabilen iç tehdit unsurları olarak sınıflandırılmıştır.

İkinci milenyumdan sonra İsrail ile örgüt düzeyinde çatışan Hizbullah, İslami Cihad ve Hamas İsrail tarafından terör örgütü olarak ilan edilirken devlet-altı tehditler olarak sınıflandırılabilirler. Ayrıca yine 2000’li yıllardan sonra siber savaşın da milli güvenlik algısının askeri kanadında yer aldığını, İran-İsrail ve Hamas-İsrail arasında yaşanan siber çatışmaların bir dördüncü askeri tehdit kategorisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu ana akım örneklere ek olarak Arap Birliği’ne mensup tüm Arap devletleri, İran’ın bölgede etkisini artırdığı 2000 sonrası döneme kadar İsrail için potansiyel bir askeri tehdit iken İsrail’in, Bahreyn, Kuveyt, BAE ve Suudi Arabistan’ın İran tehlikesini müşterek bir sorun olarak ele almaya başlamaları İsrail için diplomatik hamlenin kapılarını açmıştır. Kısacası 1994 Oslo Anlaşması ve ABD’nin 2003 Irak operasyonu öncesine kadar Arap devletlerinin ağırlıklı olarak tehdit skalasında üst sıralarda yer alması, Lübnan’da bulunan Hizbullah ve İran’ın İsrail tarafından daha büyük bir tehdit unsuru olarak sınıflandırılmasının ardından Arap devletleri, yıllar içerisinde, potansiyel birer ortak pozisyonuna doğru evrilmişlerdir.

Diplomatik dönüşüm ve Orta Doğu’ya entegrasyon

Güvenlik tabanlı politikaların gündelik hayatın her anına sirayet ettiği İsrail’in uluslararası politik çerçevede milli güvenlik politikalarına destekçi toplamasının da çok büyük bir önemi bulunuyor. Askeri stratejilerde olduğu gibi diplomaside de David Ben Gurion’a kadar uzanan meşhur “Çevreleme Politikası”, İsrail dış politikasının ana manevra doktrinini oluşturuyor. Kurulduğu dönemde Türkiye, İran ve Etiyopya gibi Arap devletlerinin çevresinde bulunan güçlerle bu sahayı baskı altında tutmaya çalışan İsrail, yıllar içerisinde bölgede yaşanan değişimlerle Çevreleme Doktrinini, Filistin’in işgaline karşı kendisine muhalif olan bölge devletleri ve sınır tehdidi olarak gördüğü İran ve uzantılarına karşı uygulamaya çalıştı. Küresel manada ABD’nin Irak ve Suriye’deki askeri güçlerinin büyük bölümünü çekmesi, AB bütünleşmesinin sarsılmasından sonra AB üyesi devletlerin Orta Doğu’da bağımsız politikalar gütmesi, Rusya’nın Doğu Akdeniz’de askeri ve politik düzlemde etkisini artırması, Türkiye’nin doğu-batı koridorunda küresel bir enerji nakil merkezine dönüşmesi ve doğuda yükselen Çin’in ekonomik ve siyasi olarak Orta Doğu’ya kendisini hızla entegre etmesi gibi nedenler İsrail’in bölgedeki müttefik ihtiyacını artırırken aynı zamanda küresel ölçekte ABD’yi alternatifsiz olarak görmemesini sağlamıştır.

İsrail’in diplomasisinde eksen kayması tartışmalarına neden olan gelişmeler Arap Baharı ve İran’ın bölgedeki etkinliğinin artmasıyla başlayıp Trump Planı ile ivme kazanmış durumda. Arap Baharı ve hemen sonrasında yaşanan gelişmeler, bölgede İsrail’in lehine gerçekleşmedi. İsrail’in mevcudiyetini Batı ile bağlantıran akademisyen ve yazarlar tarafından “Batılı bir demokrasi” olarak nitelendirilen İsrail, kendi milli güvenlik stratejisi sebebiyle, Arap Baharının sonuçlarını demokrasi ile ilişkilendirmemiştir. Orta Doğu’daki bu etkinin Filistin’in işgaline devam ederken kendileri ile masaya oturmayacak yönetimleri ortaya çıkarması, İsrail’in bölgedeki diktatörler ile daha rahat anlaşabildiğini ispatlayan bir gelişme olmuştur. İsrail yönetiminde sınır güvenliği kaygılarının değişen küresel siyaset ile birlikte daha çok hissedildiği de aşikardır. Pek tabii bu kaygıların sonucu, mevcudu koruma yönünde hamleler değildir. Milli güvenlik tehdidi adı altında sınıflandırılan konuların bir meşruiyet aracı olarak kullanılmasıyla uygulanan bir işgal politikasıdır. Bu politika ise bölgedeki diğer tehditler bahane edilerek gölgelenmektedir.

İsrail, son on yılda Arap devletlerini bir bütün halinde görmektense, her farklı devletteki mevcut yönetimin ne pahasına olursa olsun ayakta kalması için destek verecek ve anlaşmaya müsait bir partner imajı çizmiştir. Orta Doğu’daki yönetimlerin şekli ve uygulamaları ne olursa olsun İsrail ile mevcut durumda asgari değişikliklerle kalıcı barış yapabilecek her aktör bir bölgesel partner statüsüne yükselmektedir. Umman ile karşılıklı ziyaretlerle başlayıp bugün Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn’le imzalanan karşılıklı tanıma ve normalleşme anlaşmalarıyla devam eden, önümüzdeki günlerde Suudi Arabistan, Fas ve hatta İsrail’in kanlı bıçaklı hasmı konumunda olan Sudan’a kadar uzaması beklenen işbirliği hattı İsrail’in demir kubbe savunma sistemine atıfla politikada “diplomatik kubbe” stratejisine geçtiğini gösteriyor. Zikredilen devletlerin yöneticileri demokratik(!) İsrail tarafından kolayca anlaşılabilecek partnerler konuma gelmiş ve rejimlerinin güvenliklerini İsrail-ABD ekseninde yürütülecek politikalara teslim etmişlerdir.

[Yüksek lisansını Kudüs İbrani Üniversitesi İsrail Çalışmaları bölümünde tamamlayan Selim Han Yeniacun, Şanghay Üniversitesi Küresel Yönetişim Araştırma Merkezi’nde araştırma görevlisi olarak çalışmaktadır]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

1 − 1 =