Avrupa’nın İsrail’e desteği bir nevi telafi mekanizması
İsrail’in meşru müdafaa hakkını vurgulayan Avrupa ülkeleri, Gazze’de can kayıplarının artmasıyla dünyadan Batı ülkelerine gelen eleştiriler ve iç kamuoyundan yükselen tepkiler sonucu söylemini farklılaştırsa da İsrail’e desteğini sürdürüyor.
AA muhabiri, Batı ülkelerinin İsrail’e desteğinin incelendiği “Batı’nın İsrail’e borcu” başlıklı iki bölümlük dosya haberin son kısmında, Yahudilerin geçmişte Avrupa’da yaşadıklarının bedelinin nasıl ödendiğine ilişkin bilgilere yer verdi.
Birleşmiş Milletler kararları ve uluslararası hukuk uyarınca Filistin konusundaki haksızlıkları bilinen İsrail ile Batı ülkelerinin ilişkileri hiçbir zaman zarar görmedi.
İsrail ile ekonomi ve ticaret alanında her zaman güçlü ilişkileri olan Batı, İsrail-Filistin meselesinin alevlendiği dönemlerde de uluslararası hukuka uygun söylemlerde bulunsa da İsrail’e desteğini bir şekilde sürdürdü.
Birinci Dünya Savaşı ve Balfour Deklarasyonu
Birinci Dünya Savaşı öncesinde Yahudilerin, Filistin topraklarına “Aliya” olarak adlandırılan ilk göçleri başladı.
1890-1936 yıllarında Doğu Avrupa’dan yüzbinlerce Yahudi, Filistin’e gitti. Bu süreçte bir ara yavaşlayan göç, 1933’ten sonra Almanya’da Nazi lideri Adolf Hitler ve Nazi Partisinin Yahudileri hedef alan politikaları nedeniyle arttı.
ABD ve Kanada tarafından uygulanan göçmen kotası, Yahudilerin Filistin topraklarını tercih etmesine neden oldu. Beşinci göç dalgasının yaşandığı 1933-1936 yıllarında 170 bin Yahudi, Filistin’e göç etti.
Birinci Dünya Savaşı sürecince de özellikle İngiliz hükümeti, Yahudi nüfusun savaşın tarafı olan ülkelerin tutumlarını etkileyebileceğini düşünüyordu.
Bunun yanı sıra ABD’nin Nisan 1917’de Almanya’ya karşı savaş ilan ettiği döneme kadar İngiltere, Almanya’nın siyonist amaçları destekleyen bir tutum benimsemesinden ve ABD’li Yahudilerin de desteğini almasından endişeleniyordu.
İngiltere’nin de bölgede olmasını gerektiren bu durum sonucunda, 2 Kasım 1917’de İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, İngiliz siyonist camiasının önde gelen isimlerinden Lord Rothschild’e yazdığı mektupta, Filistin’de “Yahudi halkı için ulusal bir ana yurt kurulmasını” destekleyeceğini bildirdi.
Balfour’un ardından yürütülen girişimlerle, Yahudiler için bir devlet kurulması için ABD, Fransa ve İtalya’nın desteği de alındı. Böylece Avrupa ülkeleri, bölgelerindeki Yahudi nüfusu azaltırken, onlar için bir devlet kurulmasının da zeminini hazırladı.
Yalnızca Holokost değil, geçmişteki diğer baskılar da bu borcu oluşturdu
İsrail ile Avrupa ülkeleri arasındaki ilişkinin temeli İkinci Dünya Savaşı’na dayanırken, Almanya’nın yanı sıra İngiltere’nin bu ilişkilerde ön plana çıktığı görülüyor. Özellikle İngiltere’nin Filistin’e Yahudi göçünü 1939’da yayımlanan “Beyaz Belge” ile kısıtlamaya çalışması, İsrail (henüz resmi bir devlet mekanizması yokken) tarafından olumsuz görüldü.
Fransa ile İsrail arasındaki ilişkilere bakıldığında ise 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın önem arz ettiği görülüyor. Çünkü Fransa, Mısır’ın Sina Yarımadası’na ordusunu konuşlandırmasının ardından İsrail’e silah ihracatını durdurdu. İsrail tarafından bu, kabul edilemez bir ihanet olarak görüldü ve savaş süresince ABD, İsrail’in güvenilir müttefiki olmaya başladı.
Geçmişte yaşananlar nedeniyle İsrail’in Avrupa’ya duyduğu güvensizliği, Avrupalı ülkeler daha sonra verdikleri destekle aşmaya çalıştı.
Müşterek fikirler ve ortak değerler de iki aktör arasındaki etkileşimi kolaylaştırırken, farklı alanlardaki anlaşmalarla ilişkiler gelişmeye devam etti.
Özellikle ekonomik ve ticari ilişkilerin yanı sıra ortak tehditler, İsrail ve Avrupa’nın güvenlik alanında da önemli işbirlikleri geliştirmesini sağladı.
İsrail’i eleştiren ya da karşısında duran tutumların derhal “antisemitizm” ile suçlanması ve antisemitizmin ciddi bir suç teşkil etmesi, Avrupa ülkelerinin bu yönde hareket etmesini kısıtladı.
Bu kapsamda Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkeleri, Holokost’un dışında tarih boyunca Yahudilere yaşatılanların borcunu öderken, çıkarları doğrultusunda İsrail karşısında bir tutum benimseme konusunda zorluk çekiyor.
Almanya, Polonya ve Çekya gibi ülkeler, Nazi dönemiyle anılmaları nedeniyle şu anki süreçte İsrail’i siyasi açıdan güçlü bir şekilde destekliyor.
Almanya’nın “İsrail’i savunma sorumluluğu”
Almanya’da hükümetler ve başbakanlar, 7 Ekim’in gerek öncesinde gerek sonrasında “Alman devlet aklının, İsrail’in güvenliğini sağlanmasını gerektirdiğini” tekrarladı.
Bundeswehr Üniversitesinden Profesör Carlo Masala, Alman televizyonu ZDF’ye verdiği röportajda, Alman devlet aklına ilişkin, “Gerçek anlamda ‘Almanya’nın devlet aklının parçasını’ kastediyorsanız, ahlaki, siyasal ve bir nevi anayasal etkileri olur.” dedi.
Masala, şu an İsrail’in varoluşu tehdit altında bulunmasa da böyle bir durumunun ortaya çıkması halinde, Almanya’nın “aktif şekilde İsrail’i savunmak” zorunda olduğu anlamına ulaşılabileceğini ifade etti.
Yaklaşık 6 milyon Yahudi’nin öldüğü Holokost geçmişine sahip Almanya ile İsrail arasındaki ilişkilerin kurulması 1960’lı yılları bulsa da Nazi döneminde yaşananlar, Almanya’nın şu anki varoluşunu, politikalarını ve dünya görüşünü etkiliyor.
Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre sonra kurulan İsrail’e dair “özel bir sorumluluk” duyuyor ve İsrail’e desteği ile bağlılığı, bir politika amacı olmanın ötesinde bu ülkenin varoluşunun da temel parçasını oluşturuyor.
“İsrail’e karşı ahlaki borç”
Catholic University of Louvain’den Dr. Bichara Khader’ın “Europe and the Palestinian Question (1948-2022) Declaratory but Toothless Diplomacy” başlıklı makalesine göre, 1948’den bu yana Batı ülkelerinin temel endişesini, İsrail devletinin varlığını güvence altına almak, konsolide etmek ve korumak oluşturuyor.
Avrupa’nın, İsrail’i yalnızca Yahudiler için bir “güvenli sığınak” olarak değil, Avrupa’nın çıkarlarını koruyan ve Batı karşıtı çevreye karşı kalkan görevi gören bir yapı olarak da gördüğü belirtiliyor.
Bu nedenle Filistinlilerin büyük çoğunluğunun “Nekbe”si çoğu Avrupalı için yan hasar olarak görülürken, Filistin sorunu sadece bir “mülteci meselesi” olarak insani bir konu nezdinde değerlendiriliyor.
Yahudilerin Avrupa’da yaşadıklarının Avrupa açısından büyük bir suçluluk hissiyatı doğurduğu ve Avrupa ülkeleri ile kamuoyunun bu nedenle İsrail’e karşı “ahlaki borcu” olduğunu hissettiği ifade ediliyor.
İsrail’in uluslararası hukuk ihlallerine rağmen Avrupa ülkeleri, yalnızca söylemde bulunup bunları eyleme dökmezken, Filistinlilere yalnızca finansal yardım yapıyor.
“Bin yıllık sistematik Yahudi karşıtlığı”
Araştırmacı yazar Selim Han Yeniacun, Avrupa’nın borcunun son 100 yılı kapsamadığını ve Roma İmparatorluğu’nun Hristiyanlığı kabul ettiği döneme kadar uzandığını belirterek, “Bin yıllık, her yüzyılın içerisinde ciddi tarihsel dönemlere tekabül edecek şekilde sistematik bir Yahudi karşıtlığı söz konusu.” dedi.
Yeniacun, 19 ve 20. yüzyıldan itibaren dinle çok ayrı olmayan bir siyaset uygulanarak, Yahudi figürünü “dünyaya ve Hristiyanlığa barıştırmaya” doğru bir noktaya geçildiğine işaret ederek, “Geçmişten bugüne gelen nefretin ve antisemitizmin bir borç ödeme şeklinde kendilerine pek çok şey ihsan edilecek İsrail’e ve kuruluş sürecine bu şekilde belirginlik kazandırma, devlet varlığını tahkim etmeye çalıştığını görüyoruz.” ifadelerini kullandı.
Avrupa’da nefretin kaynağının o dönemde Yahudilerin herhangi bir yurdunun bulunmaması olarak görüldüğünü ve bunu çözmek için onların kendi topraklarında “bağımsız ve egemen” yaşamaları gerektiğinin düşünüldüğü belirten Yeniacun, bunun en temel desteklenmesi ve kesinlikle taviz verilmemesi gereken bir sav olarak ortaya çıktığını dile getirdi.
Borç ödeme noktasında Almanya’nın çok ön planda olduğunu aktaran Yeniacun, Almanya’nın hala İsrail’e ciddi bir tazminat ödediğini ifade etti.
Yeniacun, 1940-1944 döneminde 1 yaşında olan bir Yahudi’nin, şu an sosyal yardım ve yaşlı bakım hizmeti de dahil olmak üzere Almanya tarafından desteklendiğini anlatarak, hala süren bir maddi yükümlülük de olduğunu vurguladı.
“Arap okyanusunda bir ada”
Ekonomik ilişkilerin yanı sıra güvenliği koruyabilmek adına bir bağımlılık olduğuna dikkati çeken Yeniacun, İsrail’in hala kendini “Arap okyanusu içerisindeki bir ada” olarak görmesinden dolayı Avrupalı müttefiklerine ve bahşedebilecekleri savaş deneyimi desteğine muhtaç olduğunu dile getirdi.
Yeniacun, Avrupa ve ABD merkezli ekonomi ve kredi değerlendirme şirketlerinin çalışmalarında İsrail için değişiklik olmadığını vurguladı.
İsrail’in Batı’nın finans düzeninde çifte standartla değerlendirildiğine işaret eden Yeniacun, “Her gün bir güvenlik sorununun çıktığı, her sene ciddi bir savaşın olduğu, lojistik anlamda ürünlerin transferinin zorlaştığı, bu kadar istikrarsızlık içinde İsrail’in tüm kredilendirme notları A++. Yatırım yapılabilecek bir ülke. Dış yatırım yapıldığında ciddi bir vergi ödeniyor.” dedi.
Yeniacun, borçluluk psikolojisinin belki de bu olayı en iyi özetleyen tanımlamalardan birisi olduğunu vurgulayarak, ülkelerin, hem borçluluk psikolojisi hem de mevcut küresel güçlerin politikalarına göre hareket ettiğini söyledi.