Almanya’nın Orta Doğu’da ‘kırıntı’ rol arayışı
“Almanya, ABD’nin Orta Doğu’da müttefiklerine bıraktığı dar manevra alanında, Fransızlarla rekabet ederek kendilerine bir yer edinmeye çalışıyor.”
Almanya’nın dış politikasının temel parametreleri ve tarihsel gelişimini karakterize eden olguların başında Siyonist rejime koşulsuz destek geliyor. Lübnan Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler profesörü Leyla Nikola’ya göre Berlin’in bölgedeki rolü, tarihsel sorumlulukları ile güncel çıkarları arasında şekillenmekte ve büyük ölçüde ABD politikalarına bağımlı.
Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’un Lübnan ziyareti sırasında, Lübnan hakkında sarf ettiği “yakışıksız” açıklamalar, anlaşılmaz bir siyasi sessizlikle karşılandı. Alman Dışişleri Bakanlığı, X platformunda şu açıklamayı yayımladı: “Lübnan’da insanlar her gün sevdikleri için endişe duyuyor. Burada da Hizbullah teröristleri sorumsuzca sivillerin arkasına saklanıyor ve her gün İsrail’e roket atıyor. İsrail’in bu saldırılara karşı kendini savunma hakkı var.”
Daha önce Alman Dışişleri Bakanı, Federal Meclis’te (Bundestag) yaptığı konuşmada, Almanların Gazze’deki soykırımı desteklediklerini ve sivil ölümlerine rağmen İsrail’e silah ihracatını sürdüreceklerini belirtti.
Sivillerin öldürülmesini, İsrail’in kendini savunma hakkı kapsamında meşru gördüğünü ifade etti. Alman Şansölyesi de hükümetinin İsrail’e her türlü gerekli silahı sağlamaya devam edeceğini açıkladı.
Alman açıklamaları yetmezmiş gibi, Almanya (Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin üyesi olarak) İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu ve Savunma Bakanı Yoav Gallant‘ın mahkemeye sevk edilmesi davasını baltalama girişiminde bulundu.
Son günlerde, Uluslararası Ceza Mahkemesi, Almanya’nın “Mahkeme Dostu Başvuru” olarak bilinen dilekçesine bir değişiklik yayımladı. Bu değişiklik, Mahkeme Savcısının Ön Yargılama Dairesine sunduğu Netanyahu ve Gallant hakkındaki yakalama kararı talebine itiraz niteliğindeydi.
Başvuruda, Savcının Roma Statüsü’nün 17. ve 18. maddelerini göz ardı ettiği, bu maddelerin mahkeme yetkisinin ulusal yargı yetkisini tamamlayıcı nitelikte olduğu belirtildi.
Almanya’nın başvurusu, İsrail’in işlenen suçları soruşturabilecek bağımsız bir yargı sistemine sahip olduğunu ve mahkemenin temel ilkelerinden olan “pozitif tamamlayıcılık” prensibi uyarınca, İsrail’e bu fırsatın verilmediğini öne sürdü.
1953 yılında, Şansölye Konrad Adenauer, Almanya’nın İsrail’le güçlü ilişkiler kurma konusundaki “ahlaki yükümlülüğü” olduğunu vurgulamıştı. Bu durum, gizli bir silah transferi programına ve büyük çaplı bir tazminat anlaşmasına yol açtı.
1956’da Almanya, bu gizli silah tedariki ve Mısır’a karşı gerçekleştirilen Üçlü Saldırı sırasında İsrail’e verdiği destek nedeniyle Arap dünyasıyla ciddi bir diplomatik kriz yaşadı.
Şansölye Wilhelm Brandt döneminde Almanya, Orta Doğu’da ve Arap-İsrail çatışmasında “denge politikası” (Ausgewogenheit) olarak adlandırdığı bir yaklaşım benimsedi.
Bu politika, İsrail’le olan özel ilişkilerini Orta Doğu’daki artan ekonomik ve güvenlik çıkarlarıyla dengelemeyi amaçlıyordu. Strateji, önemli bölgesel ortaklara mali destek sağlamaya ve İsrail-Filistin çatışmasına karşı daha tarafsız bir tutum benimsemeye odaklandı.
Fakat bu “denge” politikası, çelişkili önceliklerle karşı karşıya kaldı. Filistinlilere yönelik daha yumuşak bir söylem ve mali yardım başlatılmasına rağmen, Almanya İsrail’in güvenilir ortağı ve sadık destekçisi olmayı sürdürdü.
11 Eylül 2001 olaylarından sonra Almanya, bölgedeki demokratikleşme programlarının yerine güvenlik çıkarlarını ve terörle mücadeleyi önceliklendirdi.
Angela Merkel döneminde Alman dış politikası, sınırlı müdahale, ABD ile ilişkilerin güçlendirilmesi ve Avrupa entegrasyonuna yenilenen bağlılıkla eski rotasına döndü.
Merkel, Orta Doğu’da İsrail’in güvenliğini koruma politikasına bağlı kaldı. Bu nedenle, Almanya’nın BM Lübnan Geçici Gücü’ne (UNIFIL) “Deniz Gücü” aracılığıyla katılımını destekledi.
Bu katılımı, “Almanya’nın İsrail’in güvenliğine yönelik tarihsel sorumluluğu” ve “AB’nin uluslararası ilişkilerde belirleyici rol oynama hedefi” gibi temel argümanlarla meşrulaştırdı.
2023’teki İsrail’in Gazze saldırısı ve Hizbullah‘ın destek savaşına katılmasının ardından Almanya, İsrail ile Hizbullah arasında arabuluculuk rolü üstlenmeyi önerdi.
Bu, Almanya’nın ilk arabuluculuk girişimi değildi; daha önce de Alman diplomatları ve güvenlik kurumları, İsrail ile Hizbullah arasındaki esir takası müzakerelerinde etkili arabuluculuk yapmıştı.
Ancak son Almanya’nın arabuluculuk girişimi, Hizbullah’ın destek savaşını durdurma ve İsrail’in taleplerini karşılama konusunda başarısız oldu.
Sonuç olarak, Almanya’nın dış politikadaki tutumları incelendiğinde, Almanların uluslararası arenaya güçlü bir şekilde dönme çabası içinde olduğu açıkça görülüyor.
ABD’nin Orta Doğu’da müttefiklerine bıraktığı dar manevra alanında, Fransızlarla rekabet ederek kendilerine bir yer edinmeye çalışıyorlar.
Böylece Almanya, İsrail’i destekleme ve Amerikalıların izin verdiği “marjinal” bir rol oynama arzusunu gösteriyor. Bu durum, Alman Dışişleri Bakanı’nın diplomatik ve insani olmayan açıklamalarını da izah ediyor.