Başa dönüyoruz

Başa dönüyoruz

“Burada önemli bir soru ortaya çıkıyor: Düşmanın bu karara bağlı kalmasını kim garanti edecek? Siyasi bir güvenceye dayanmak mümkün mü?”

Direniş, egemenlik ve ulusal bağımsızlık konularında tartışmaya açık bir tutum sergilemekle birlikte, Siyonist varlığın askeri ve stratejik planlarına dair kapsamlı bir bilgiye sahip olduğunu vurguluyor. Ulusal çıkarların korunması adına stratejik bir bakış açısıyla hareket edilmesi gerektiğini savunan direniş, Lübnan’ın güvenliğini tehdit eden yayılmacı düşman planlarına karşı önlem almayı zorunlu görüyor. El-Ahbar yazarı Muhammed Raad’a göre İsrail, saldırılarını durdurma yönünde caydırıcı bir baskıya maruz kalmadıkça, uzlaşma kararlarına bağlı kalmayacak.

İslami Direniş, hiçbir zaman kendi kanaatlerine kapalı olmamış veya karşıt görüşleri tartışmaktan kaçınmamıştır. Özellikle egemenlik, ulusal bağımsızlık ve ulusal kader konularında, bu tartışmaya her zaman açık olmuştur.

Fakat direniş, mütevazı bir güven ve haklı bir gururla, düşman olarak gördüğü Siyonist varlığın askeri doktrini, mücadele yöntemleri ve projelerini yakından tanıyan bir deneyime sahip olduğunu kabul eder.

Bu bağlamda, ulusal kader ve egemenlik meseleleri, yalnızca mevcut ulusal çıkarların göz önünde bulundurulmasıyla değil, stratejik ulusal çıkarlar, hukuki ve insani hakların korunması temelinde ele alınmalıdır.

Zira bugün ulusal çıkarlarımıza uygun görünen bir durum, stratejik dengelerin değişmesi veya güç dengelerinin düşman lehine kayması durumunda, kısa ya da uzun vadede, bu çıkarlarla çatışabilir.

Bu durum da ulusal çıkarlarımızı yeniden değerlendirme ihtiyacı doğurabilir.

Ayrıca, ulusal egemenliğimize, güvenliğimize ve ülkemizin istikrarına yönelik sürekli tehdit, yayılmacı ve stratejik emelleri olan varoluşsal bir düşmandan kaynaklanıyor.

Bu hakikat, dünya genelindeki düşünürler, din uzmanları ve siyasi-tarihi araştırmacılar tarafından da bilinen bir husus.

Bu nedenle, egemenliğimiz ve ulusal güvenliğimizle ilgili meseleleri, ülkemizi stratejik olarak bu düşmanın tehditlerinden ve varoluşsal risklerinden koruma temelinde şekillendirmek zorundayız.

Bu iki temel üzerine, yukarıda belirtilen tüm nedenlerden ötürü, İslami Direniş, bu ilkeleri en azından asgari düzeyde dikkate alan her türlü öneri veya formata açıktır.

Aksi takdirde, Lübnan’ın istikrarı ve egemenliği, Siyonist düşmanın çıkarcı veya keyfi tutumlarına, kapasitesindeki artışlara ya da ittifaklarının etkinliğine bağlı olarak savrulmaya mahkûm olur.

2006 yılında Lübnan’a yönelik Siyonistler ve Amerikalıların saldırısının ardından çıkarılan 1701 sayılı BM Kararı, Lübnan’ın ulusal stratejik çıkarlarını ve hukuki ilkelerini en azından asgari düzeyde göz önünde bulunduran bir örnek teşkil etti.

Bu nedenle İslami Direniş, özellikle kararın ilk aşamasında yer alan yükümlülüklerine uyum sağladı ve bu yükümlülüklere sadık kaldı. Ancak, düşman bu kararın hükümlerini ihlal etmeye devam etti ve bu ihlaller 30 bini aşkın vakayı buldu.

Bu durum, kararın uygulanmasını denetleyen tarafların Siyonist rejime karşı herhangi bir baskı uygulamamasına rağmen yaşandı.

Düşmanın süregelen, artan ve karşılık bulmayan ihlalleri karşısında, bu ihlallerin neden olduğu zararları önlemek için gerekli bazı müdahalelere yönelik tartışmaların azalması gerekiyor.

Fakat bu tür müdahalelerin, olayları savaşa sürüklemeyecek şekilde dikkatlice yönetilmesi esastır.

2006 yılından 7 Ekim 2023 tarihine kadar Lübnan’da bu anlayışla hareket edildi. Fakat bu tarihten sonra düşmanın ve bölgenin koşulları değişti ve İslami Direniş, Gazze’ye yönelik destekleyici ve savunmacı bir duruş benimsedi.

Bu karar, Siyonist düşmanın Gazze’yi hedef alan projelerine ve bu projelerin Gazze’yi aşan stratejik risklerine dair direnişin derin kavrayışına dayanıyor.

Aynı zamanda bu durum, Siyonist varlığın uluslararası ve bölgesel müttefikleri aracılığıyla Suriye’yi zayıflatma ve kaynaklarını tüketme girişimlerine bağlanıyor.

Düşman, tekfirci saldırılarla Suriye’yi hedef alarak sadece bu ülkeyi değil, aynı zamanda Lübnan’daki İslami Direnişi de zayıflatmayı amaçladı.

İslami Direniş, geçmişte olduğu gibi bugün de Siyonist düşmanın saldırgan yayılmacı politikalarına ve Lübnan ile bölgeyi hâkimiyet altına alma girişimlerine karşı stratejik bir meydan okuma olarak varlığını sürdürüyor.

Bu hedefler, Siyonist varlığın, Amerikan yönetiminin desteğiyle yürüttüğü normalleşme projesi çerçevesinde bölge rejimlerini bu projeye boyun eğmeye ve dayatmalarını kabul etmeye zorlamayı içeriyor.

Suriye’ye yönelik savaşın stratejik amacı, bu ülkeyi zayıflatmak, rejimini devirmek ve ardından Lübnan’daki direnişi hedef almak için bir kapı açmaktı.

Bu plan, görünüşte 1701 sayılı BM Kararı ile düzenlenen İsrail-Lübnan ilişkilerindeki durumu ihlal eden bir sürecin parçasıydı.

Hiç şüphesiz, İsrail’in Aksa Tufanı bahanesiyle başlattığı saldırı, esasen Gazze’deki Hamas’ı ve diğer direniş örgütlerini tamamen ortadan kaldırmayı hedefleyen bir plana dayanıyordu.

Bu plan, Gazze halkını katliama uğratmayı, şehri tamamen yok etmeyi ve hayatta kalanları yeni bir sürgüne zorlamayı içeriyordu.

Siyonist düşman, bu yıkıcı stratejiyi tamamladıktan sonra Lübnan’a yeniden saldırmayı, İslami Direnişi ortadan kaldırmayı ve Lübnan’ı yeni bir güç dengesiyle kontrol altına almayı amaçlıyor.

Bu, Siyonist varlığın ülke içindeki etkisini daha önce görülmemiş araçlar ve yöntemlerle pekiştirmek üzere tasarlanmış bir plan.

Bu bağlamda, Siyonist varlığın projeleri, hedef aldığı alanlar ve Gazze ile Lübnan’a yönelik gerçekleştirdiği saldırıların doğası ışığında şu soru gündeme geliyor: Eğer saldırıyı durdurmak için önerilen çözüm, Lübnan’ın 2006’dan bu yana ardışık hükümetleri aracılığıyla uygulamaya bağlı kaldığı 1701 sayılı karara dönüş ise, düşmanın bu öneriye yaklaşımı nasıl olacak?

Açıkça görülüyor ki düşman, bu kararı uygulamamak için çeşitli yollarla manevra yapacak, oyalama taktikleri geliştirecek ve direnişin etkinliğini sona erdirmek adına değişiklikler dayatmaya çalışacaktır.

Direnişin sağlam duruşu, istikrarı ve Lübnan halkının çoğunluğu tarafından benimsenmesi olmasaydı, düşmanın karşısında böylesine maliyetli ve yıpratıcı bir çıkmazın oluşması mümkün olmazdı.

Bu nedenle, düşmanın bu teklife olumlu yanıt vermesi veya Lübnan’a yönelik saldırısını durdurmayı kabul etmesi, sahadaki askeri baskı unsurları tükenmedikçe oldukça düşük bir ihtimal.

Yine de dolaylı müzakerelerin sonuçlarını bekleyip göreceğiz. Bu süreçte, Meclis Başkanı Nebih Berri’nin şu açıklaması dikkate değer:

“1701 sayılı kararın metninde yapılacak herhangi bir artı veya eksi değişiklik, akıl ve mantık sahibi hiçbir kişi tarafından kabul edilemez.”

Bu açıklama, direnişin savunduğu egemenlik ve insan hakları davasına dayanan kararlı, güvenilir ve ulusal bir duruşu yansıtıyor.

Ancak burada önemli bir soru ortaya çıkıyor: Düşmanın bu karara bağlı kalmasını kim garanti edecek? Siyasi bir güvenceye dayanmak mümkün mü?

Güvenle söylemek gerekirse, en güçlü garanti, düşmanı bir kez daha saldırısını durdurmaya ve Lübnan halkının iradesini kırma girişiminden vazgeçmeye zorlayan halk, ordu ve direniş denklemindedir.

Eğer bu denklemin temeli veya işleyişi üzerine hala tartışma varsa ya da alternatif bir formül öneriliyorsa, bu konuda karar vermenin en gerçekçi ve etkili yolu ulusal egemenliğe dayalı bir diyalog olacaktır.

Sadece bu tür bir diyalog, Lübnan’ın ulusal uzlaşısını güçlendirecek ve gelecekteki belirsizlikleri bertaraf edecektir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

eight − 6 =