“İşte Sde Teiman’da Gazzelilere yaptıklarımız”
Gönüllü yedek askerler Haaretz gazetesine verdikleri mülakatta İsrail’in Ebu Gureyb’i olan Sde Teiman adlı toplama kampında Filistinli tutsaklara yaptıklarını anlattı.
İsrail rejiminin hükümet karşıtı yayın organlarından Haaretz gazetesinin muhabiri Shay Fogelman, rejimin Ebu Gureyb’i veya Guantanamo’su olarak tanınan Sde Teiman adlı esir kampında görev yapan gönüllülerle röportajar yaptı.
Çoğu öğrenci olan yedek askerler gazeteye verdikleri röportajda, kendilerince Filistinli tutsaklara yapılanları normal göstermeye çalışması dikkat çekici olsa da verdikleri ayrıntılar, Sde Teiman’ın nasıl bir cehennem olduğunu ortaya koymaya yetiyor.
Röportajlar tüm filtrelemelere ve ‘izah’ çabalarına rağmen İsrail rejiminin Sde Teiman’da nasıl bir cehennem yarattığına ışık tutuyor.
Haaretz’in bu haberi, İsrail rejimin Filistinlilere nasıl bir cehennem yaşattığını ortaya koymasından çok daha fazla kendi ‘vatandaşlarını’ neye dönüştürebildiğini göstermesi bakımından da oldukça öğretici.
Haberde ilk dikkat çeken şey, Sde Teiman’de gönüllü olarak görev yapanların bir kısmının İsrail soykırımından dolayı dünyada ayrımcılık görmekten şikayet eden öğrenciler olması.
Toplama kampında gönüllü olmadan önce ‘sivil’ diye nitelenen görevlilerin açık yalanlarının okuyucuyu ikna için yeterli görmesi ise Sde Teiman’ın kendisinden bile daha korkunç gözüküyor. (YDH)
7 Ekim’de İsrail’in güneyine düzenlenen sürpriz saldırıdan sonraki günlerde Hamas militanları, hareketin askeri kanadı Nukhba üyeleri ve Gazze Şeridi’nden getirilen Filistinli sivillerden oluşan toplam 120 kişi İsrail’de gözaltına alındı. Bu kişiler Negev’deki (Nakab) Ofakim kasabası ile Berşeva (Bi’ir Seba) arasında yer alan Sde Teiman kampındaki askeri polis üssünde özel olarak oluşturulan bir gözaltı merkezine gönderildi.
Takip eden aylarda, aralarında çeşitli örgütlerden teröristlerin ve sivillerin de bulunduğu 4 bin 500’den fazla Şerit sakini daha burada hapsedildi.
Tesisin faaliyete geçmesinden kısa bir süre sonra hem İsrail hem de yabancı basında Sde Teiman’da tutulanların aç bırakıldığına, dövüldüğüne ve işkence gördüğüne dair tanıklıklar yayımlandı. Gözaltı koşullarının uluslararası hukuka uygun olmadığı da iddia edildi.
Yakınlarda kurulan sahra hastanesindeki muameleye ilişkin başka iddialar da ortaya atıldı. Personel, gözaltındaki hastaların pipetle beslendiğini, bebek bezlerine tuvaletlerini yapmaya zorlandıklarını bildirdi. Tutuklular, günün 24 saati boyunca çok sıkı kelepçelendiğinden organlarının kesilmesine sebep olan vakalar yaşandı.
İki ay önce İsrail ordusunun kamptaki 36 tutuklunun ölümüne karıştığı iddia edilen askerler hakkında cezai soruşturma yürüttüğü öğrenildi. Geçen ay da 10 yedek asker, bir tutukluya cinsel tecavüzde bulundukları şüphesiyle tutuklanmıştı. Sde Teiman’a atanan muvazzaf ya da yedek askerlerin, burada olup bitenler üzerinde nihai yetkiye sahip olan askeri polise bağlı olduğu bilinen bir gerçektir.
Ortaya çıkan çok sayıda tanıklığın ardından beş insan hakları örgütü Yüksek Adalet Divanı’na başvurarak tesisin kapatılmasını talep etti. Haziran ayı başında devlet buna cevaben, tutukluların çoğunu İsrail Cezaevi İdaresi tarafından işletilen tesislere nakletmeyi ve kampı sadece sorgulama ve sınıflandırma amacıyla geçici, kısa süreli hapsetme tesisiolarak orijinal misyonuna geri döndürmeyi amaçladığını açıkladı.
Bu ayın başlarında Yüksek Adalet Divanı’na verilen bir başka yanıtta devlet, tesiste şu anda sadece 28 tutuklu bulunduğunu açıkladı.
Savaşın başlamasından bu yana, düzenli ve yedek kuvvetlerde görevli binlerce İsrail askeri Sde Teiman’da görev yaptı. Bunların çoğu, birliklerine verilen bir misyon çerçevesinde orada görevlendirildi.
Diğerleri ise çeşitli nedenlerle orada görev yapmak için gönüllü oldu. Geçtiğimiz aylarda bazı askerler ve sağlık uzmanları, orada geçirdikleri zaman hakkında Haaretz ile konuşmayı kabul etti. İsimleri belirtilmeyen bu sekiz tanığın, görev sırası en eskiden en yeniye olmak üzere sıralandığı röportaj derlemesini aşağıdan okuyabilirsiniz:
Kuzeyli bir öğrenci, yedek asker N. konuşuyor:
7 Ekim’de tüm taburla birlikte seferber edildim. Batı Negev’deki (Nakab) toplulukların güvenliğini sağlamak için gönderildik ve iki hafta sonra Berşeva’ya taşındık. Taburla ilgili olmayan bir faaliyete katılmıştım ki bölüğün WhatsApp grubundaki duyurularda yeni bir görevimiz olduğunu gördüm: Sde Teiman’da nöbet tutmak. İlk başta anlamadım.
Bölüğüme döndüğümde insanlar orası hakkında fısıldaşmaya başlamıştı bile. Birisi orada olanları duyup duymadığımı sordu. Bir başkası “Orada insanlara vurman gerektiğini biliyorsun” dedi, sanki benimle alay ediyordu ve tepkimi ölçmek ve solcu olup olmadığımı ya da buna benzer bir şeyi test etmek istiyordu.
Bölükte, tesiste insanları dövdüğünü övünerek anlatan bir asker de vardı. Bize askeri polisten bir vardiya subayı ile gittiğini ve tutuklulardan birini sopalarla dövdüklerini söyledi. Orayı merak ediyordum ve anlatılanlar bana biraz abartılı gelmişti, bu yüzden oraya gitmeye gönüllü oldum.
Sde Teiman’da tutukluların tutulduğu yerde nöbet tutuyorduk. Gece ya da gündüz 12 saatlik vardiyalar yapıyorduk. Taburun doktorları ve sağlık görevlileri sahra hastanesinde 24 saatlik vardiyalar yapıyordu. Her vardiyanın sonunda uyumak için Berşeva’ya dönüyorduk.
Tutuklular çatısı ve üç tarafı duvarlarla çevrili büyük bir hangardaydı. Bize bakan dördüncü bir duvar yerine, köpek parklarında olduğu gibi çift kapılı ve iki kilitli bir çit vardı. Her tarafı dikenli tellerle çevrili bir çit vardı.
Pozisyonlarımız çitin iki köşesine yakındı, bir tür diyagonalde, U şeklindeki beton blokların arkasındaydık. Her mevzide bir asker duruyor, tutukluları izliyor ve burayı işletmekle görevli askeri polis personelini koruyordu. İki saat açık, iki saat kapalı vardiyalarımız vardı. Eğer nöbet tutmuyorsanız, içecek ve atıştırmalıkların olduğu bir tür çadır olan dinlenme alanına gidebiliyordunuz.
Mahkûmlar, her birinde yaklaşık sekiz kişi olmak üzere yerde sekiz sıra halinde oturuyordu. Hangarlardan biri 70, ikincisi ise yaklaşık 100 kişi alıyordu. Askeri polis bize oturmak zorunda olduklarını söyledi.
Gözbağlarından dışarı bakmalarına izin verilmiyordu. Hareket etmelerine izin verilmiyordu. Konuşmalarına izin verilmiyordu. Ve… eğer kuralları çiğnerlerse, onları cezalandırmaya iznimiz vardı.
– Haaretz: Nasıl cezalandırılıyorlardı?
Küçük şeyler için…onları yaklaşık 30 dakika boyunca yerlerinde durmaya zorlama cezası… Kişi sorun çıkarmaya devam ederse ya da daha ciddi ihlallerde mesela…askeri polis memuru onu bir kenara çekip… sopayla dövebilirdi.
Haaretz: Böyle bir olay hatırlıyor musunuz?
Bir keresinde birisi bir kadın askeri dikizledi – en azından kadın öyle iddia etti… Adamın gözbağının altından onu dikizlediğini ve battaniyesinin altında bir şeyler yaptığını söyledi. Mesele şu ki…kış mevsimiydi ve battaniyeler bitliydi…yani ordu malı gibi kaba kaba battaniyeler bunlar… Mahkûmlar da sürekli altlarını kaşıyorlardı.
Ben karakolun diğer tarafındaydım ve o tarafa bakmıyordum. Kadın asker, subayı çağırdı, ona durumu anlattı. Tutuklu ilk sırada oturuyordu ve sorunlu bir adam gibiydi. Konuşmalarına da izin verilmiyor. Bana öyle geliyordu ki zamanla bazıları gerginleşiyor, dengesizleşiyordu. Bazen ağlamaya ya da kendilerini kaybetmeye başlıyorlardı. O da böyle gibiydi ve pek dengeli görünmüyordu.
Askeri polis memuru geldiğinde, Shawish (Arapça’da birçok çağrışımı olan aşağılayıcı bir terim, ancak burada diğer mahkûmlardan sorumlu tutulan bir mahkûmu tanımlamak için kullanılıyor, Kapo gibi, Çev.) ona açıklamaya çalıştı. “Bakın, bütün bunlar çok zor şeyler. Kıyafetlerini değiştirmiyorlar ve neredeyse hiç duş almıyorlar.” Şaviş, mahkûm için arabuluculuk yapmaya çalışıyordu. Ancak kadın asker adamın kendisine baktığını bir kez daha söyledi. Subay, Şaviş’e adamı ikinci kapıya getirmesini ve dışarı çıkarmasını söyledi. Bu sırada subay o sırada dinlenme alanında bulunan ve sürekli tutukluları nasıl dövmek istediğinden bahseden bölüğünden başka bir askeri çağırdı.
Asker eline bir sopa aldı ve tutukluyu kafesten çıkarıp dinlenme alanımızın yakınındaki kimyasal tuvaletlerin arkasındaki gizli bir yere götürdüler. Ben yerimde kaldım ama sesler duydum, bir çeşit vurma sesi. Yaklaşık bir, bir buçuk dakika geçti ve adamla birlikte geri geldiler.
Kollarında, bileklerinin etrafında kırmızı izler görebiliyordunuz. Onu nezarethaneye getirdiklerinde Arapça olarak “Yemin ederim ona bakmadım” diye bağırdı. Gömleğini kaldırdı ve kaburgalarının etrafında morluklar ve biraz kan lekeleri vardı.
Orada birkaç vardiya daha yaptım, benim için yeterliydi. Sonra da terhis edildik. Bölükte talep gören bir görev değildi; karmaşıklığı nedeniyle yarı gönüllü olurdunuz ancak. Askerler arasında bunun zor bir görev olduğuna dair bir farkındalık da vardı… Orası… o ağıllar kokuyor. Kokuyor…bu yüzden oradaki insanlar bütün gün maske takıyor, maske de pek yardımcı olmuyor.
Ama bazen eğlenceli bir atmosfer de oluyordu. Özellikle sonlara doğru, görev bir tür şakaya dönüştü; insanlar espriler yapıyor, tutukluların videolarını çekiyor ya da Şaviş hakkında şakalar yapıyordu. Berşeva’daki Aroma adlı kafeden kahve siparişi verirdik mesela, bir asker kasiyere adının Şaviş olduğunu söyler ve kahve olduğunda da kasiyer hoparlöre kahvenin sahibini çağırır. İşte o an askerlerin gülmekten karnı yarılırdı.
Bunu komik bulmazdım. Şaviş’in durumunun yürek parçalayıcı olduğunu düşünürdüm. Gardiyanların ‘Sessiz olun!’ diye bağırdığı zamanlar oluyordu çünkü mahkûmların konuşmasına izin verilmiyordu. Ve sonra askeri polis memuru Şaviş’e şöyle derdi:
“Dinleyin, eğer susmazlarsa, şimdi hepsini sıraya dizeceğiz! Bu yüzden onlara çenelerini kapatmalarını söyle.” Şaviş de onlara, “Hişt, dinleyin, sessiz olun, yoksa herkes cezalandırılacak” diyordu. Kendisi için ne kadar zor olsa da nazik olmaya çalışırdı. Mırıldanmalar devam ederse tekrar bağırırdı. Bunu dayak yemesinler diye mi yoksa kendini gardiyanların tarafında gibi hissettiği için mi yapardı…belli değildi.
Şaviş’in koşulları diğer tutuklularınkine oldukça benziyordu; ama kelepçeli ya da gözleri bağlı değildi. Yerde dik oturmak zorunda değildi. Ve aslında hareket etmekte oldukça özgürdü ama sadece nezarethanede. Bir keresinde, herkes yemeğini bitirdikten sonra, kalan bir dilim ekmeği kendisi için aldığını gördüm. Gazze’de ne yaptığını bilmiyorum ama…Nukhba ya da tam teşekküllü Hamas’tan olmadığı açık.
Oradayken ahlaklı bir insan olup elimden gelenin en iyisini mi yapsam ya da bu işin içinde yer almayı reddettiğimi mi ilan etsem…bu ikilemle mücadele ederdim hep.
Ben ayrıldıktan sonra buranın çalışmaya devam edeceği düşüncesi, bu beton karakolda çok daha fazla askerin görev yapacağı düşüncesi beni depresyona soktu. Orada sadece kısa bir süre kalmama rağmen ağır bir suçluluk duygusuyla çıktım.
Bir devlet hastanesinde doktor olan L. anlatıyor:
Sde Teiman’daki sağlık tesisine kış aylarında geldim. Bir hastane çadırında en fazla 20 hasta vardı. Hepsinin dört organı, yıllar önce hastanelerimizde kullanılanlar gibi eski çelik yataklara zincirlenmişti.
Hepsinin bilinci yerindeydi ve hepsinin gözleri bağlıydı. Orada farklı koşullarda hastalar vardı. Bazıları büyük bir ameliyattan çok kısa bir süre sonra gelmişti. Birçoğunda kurşun yarası vardı. Bir tanesi sadece birkaç saat önce Gazze’deki evinde vurulmuştu.
Her doktor böyle bir kişinin bir ya da iki gün yoğun bakımda kaldıktan sonra bir koğuşa nakledilmesi gerektiğini bilir; iyileşme ancak orada başlar. Ancak bu kişi ameliyattan iki saat sonra Sde Teiman’daki bir ağıla gönderildi. Bir çadıra. Hastanede olsa taburcu edilebileceğini söylerlerdi. Buna itiraz ediyorum. Hastanelerde bu tür hastalar yoğun bakımdadır. Bu çok açık.
Sistemik bir enfeksiyondan yani sepsisten muzdarip başka bir hasta daha vardı. Durumu kritikti ve protokole göre bile orada bulunmaması gerekiyordu. Sde Teiman’a sadece durumu tamamen stabil olan hastaların yatırılması gerekiyor. Ama o oradaydı ve başka alternatif olmadığını söylediler. Orada bir cerrah yoktu; ancak sağlık ekibi yine de çok profesyoneldi. Herkes çok çabaladı.
Bir insanı hiçbir organını hareket ettirmesine izin vermeden, gözleri bağlı, çıplak, tedavi altında, çölün ortasında tutmak… sonuçta işkenceden daha azı değil. Bir insana kötü muamele uygulamanın, hatta işkence yapmanın, üzerinde sigara ezmeden de yolları vardır.
Ve onları bir hafta, 10 gün, bir ay boyunca göremeyecek, hareket edemeyecek veya konuşamayacak şekilde tutmak… bu işkenceden daha azı değildir. Özellikle de tıbbi bir gerekçe olmadığı açıkken. İki günlük mide yarası olan bir kişinin bacakları neden kelepçelenir? Eller yeterli değil mi?
Mesele şu ki, ben oradayken her şey bir şekilde bana normal görünüyordu; çünkü onları kampın hastanesine göndermek için bahaneler vardı ve tıbbi çalışma normal bir alanda gerçekleşiyordu. Ama sonuçta orada olan şey tamamen insanlıktan çıkarma.
Onlarla gerçek insanlarmış gibi ilişki kuramıyorsunuz. Hareket etmediklerinde ve onlarla konuşmak zorunda olmadığınızda insan olduklarını unutuveriyorsunuz. Sadece bazı tıbbi işlemlerin yapılıp yapılmadığını kontrol etmeniz gerekiyor, bu sırada da tıbbın tüm insani boyutunu ortadan kaldırıyorsunuz.
Haaretz: Hastalarla herhangi bir etkileşiminiz oldu mu?
Hayır. Kesinlikle olmadı. Konuşmalarına izin verilmiyor ve tercümanlar sadece tıbbi konular söz konusu olduğunda yardımcı olmak için orada bulunuyor. Onlar benim kim olduğumu, asker olup olmadığımı bile bilmiyorlar… Beni görmediler.
Muhtemelen sadece birinin onları muayene etmek için geldiğini duydular ve hissettiler ya da buna benzer bir şey.
Onların gözlerinin içine bakamamak beni çok sinirlendirirdi. Ne yapmış olurlarsa olsunlar hastalara böyle davranmayı öğrenmedim. Ve en şok edici olan şey, oradayken itiraf etmeliyim ki… üzgün bile değildim.
Berşeva’dan arabayla sadece çeyrek saat uzaklıkta olmak bana çok gerçeküstü geldi. Bana öğretilen her şey, üniversitede ve hastanelerde geçirdiğim onca yıl, insanlara nasıl davranılacağı…bunların hepsi bendeydi evet…ama 20 kişinin bir çadırda çıplak tutulduğu bir ortamda… bu hayal bile edemeyeceğiniz bir şey. Afganistan’da savaşıyor olsaydık, orada böyle bir sahra hastanesinin varlığını bir şekilde kavrayabilirdim. Ama burada?
Geriye dönüp baktığımda benim için en zor olan şey, oradayken hissettiklerim ya da aslında hissetmediklerim. Bazı şeyleri gördüm…tutukluları görmezden geldim…Beni rahatsız etmemiş olması beni rahatsız etmiyor… onlar hakkında iyi hissetmem…bu beni rahatsız ediyor.
Mesela, nasıl olur da küçük detayları sormam? Neden battaniyelerle örtülmüşler? Neden isimsizler? Biz neden anonimiz? Nasıl oluyor da tek kullanımlık bebek bezine işeyip kaka yapabiliyorlar? Neden onlara yemek yemeleri için pipet veriliyor… yani, neden?
Sanırım orada olup bitenlerin doğru olmadığını zaten anlamıştım; ama ne ölçüde yanlış olduğunu bilmiyordum. Belki de bir alışma süreci var. Profesyonellerin arasındasınız, İbranice konuşuyorsunuz ve biz zaten hastanelerde kelepçeli mahkûmlar görmeye alışmıştık. Yani bir şekilde… süreç orada normalleşiyor ve bir aşamada sizi rahatsız etmeyi bırakıyor.
Kuzeyden bir yedek asker olan T. konuşuyor:
Taburum 7 Ekim’den birkaç gün sonra askere çağrıldı ve bir ay boyunca Gazze sınırına yakın bölgelerde nöbet tuttuk. Kış aylarında yedek görev için tekrar çağrıldık ama aniden Sde Teiman’da da nöbet tutacağımızı söylediler. Bu tam bir sürpriz oldu. Orada 20 gün kaldım.
Orası o zamanlar her birinde iki hangar bulunan dört ana ağıla bölünmüştü. Ağıllardan birinde ayrıca küçükler için küçük bir hangar daha vardı. Toplamda dokuz hangar vardı ve her birinde 50 ila 100 arasında tutuklu vardı, reşit olmayanların bulunduğu hangar hariç, orada belki 10 ila 20 kişi vardı.
Her hangarda herkesin üzerinde aynı kıyafet vardı, mavi ve turuncumsu sarı bir göz bağı. Parmak arası terlik giyiyorlardı ve her birinin yoga matı vardı, inceydi ve ondan kalkmalarına izin verilmiyordu.
Gün boyunca uzanmalarına izin verilmiyordu; geceleri ise oturmalarına izin verilmiyordu. İzin almadan ayakta durmalarına hiç izin verilmiyordu. Konuşmalarına da izin verilmiyordu. Çoğu zaman kolları zincirli ve gözleri bağlı olarak otururlardı. Aslında çoğu değil… gece gündüz her zaman böyle otururlardı.
Haaretz: Arkadan mı yoksa önden mi bağlılar?
Genelde önden. Ceza olarak arkadan zincirleniyorlar; bacakları da zincirlenmiş olanlar vardı. Ne kadar tehlikeli olduklarına dair bir ölçek vardı, 1’den 4’e kadar. 4 gibi üst sıralarda olanlar önde otururdu, böylece gardiyanlara daha yakın olurlardı. Listeleri biraz inceledim.
Listelerin herkese açık olması gerekiyor muydu bilmiyorum ama askeri polisin ofisinde bulunuyordu ve onları gören askerler vardı. Anladığım kadarıyla 3. rütbe Nukhba olmayan ama savaşçı olan bir Hamas militanı için. 2. rütbe, Hamas’a bağlı ama savaşçı olmayan biri. Ve 1 olarak sıralanan biri de herhangi bir örgütle bağlantısı olmayan biri. Yaklaşık yüzde 20’si 4. grupta yer alıyordu ve hepsi önde oturuyordu ve bacakları da zincirliydi. Nedenini bilmiyorum.
Sabah saat 5 gibi askeri polis memurları vardiyaları için gelirdi. Megafonla bağırıp herkesin ayağa kalkmasını emrederlerdi. Hemen ardından sayım yapılır. Nöbetçi subay gelir ve isimleri okur. İsmini duyan herkes [İbranice] ‘Evet, yüzbaşı’ diye cevap verir ve sonra oturur.
Sonra dua edilir. Her kişi kendi kendine dua ediyor, sonra bir sandık içinde yiyecek getiriyorlar ve Şaviş bunları dağıtıyor; genellikle dört ya da beş dilim ekmek ve üzerlerine sürecekleri bir şeyler oluyor. Sabahları peynir, öğle yemeğinde ton balığı ve akşamları reçel ya da buna benzer bir şey. Bir de meyve ya da sebze.”
Haaretz: Ekmeğin üzerine sürme işini kim yapıyor?
Kendileri yapıyorlar.
Haaretz: Gözleri bağlı mı?
Evet. Gözleri bağlı bile yapabiliyorlar. Gözbağları tamamen sımsıkı değil; muhtemelen yakınlarında ve altlarında ne olduğunu görüyorlar. Tuvalete de bu şekilde gidiyorlar ve duvarlara çarpmıyorlar. Bu yüzden bir şeyler gördüklerini varsayıyorum.
Haaretz: Çatal bıçak veriyor musunuz?
“Öyle bir şey gördüğümü sanmıyorum.”
Haaretz: Yani peyniri ya da ton balığını parmaklarıyla mı yayıyorlar?
Evet.
Haaretz: Peki tuvalet nerede?
Kümeste. Orada iki ya da üç tane kimyasal tuvalet var. Ama gitmek için izin istemeleri gerekiyor. Su içmek isterlerse ellerini kaldırıyorlar ve Şaviş gidip suyu getiriyor. Bazen polis memuru onlara ayağa kalkıp esnemeleri için iki dakika süre verebiliyor. Kuralları ya da neyin ne zaman olduğunu tam olarak anlamadım.
Bazen günde bir kez, bazen de haftada üç kez oluyordu. Talimatları ihlal eden, fısıldayan ya da göz bağını hareket ettirmeye çalışan herkes ceza alıyor. En kolay ceza ayağa kaldırılmaktı. Bir sonraki aşama kollarını kaldırarak ayakta durmaktı. Bir sonraki aşama ise tesisten dışarı çıkarılmaları ve sopayla dört ya da beş darbe almaları. Vücudun üst kısmında bir yere, yüze değil ama.
Haaretz: Nerede oluyor bu?
“Kilitli alanın dışında. Kişi daha gizli bir yere ya da insanların neler olup bittiğini göremeyeceği bir köşeye götürülüyor.”
Haaretz: Cezayı uygulayan kişiler kimden saklanmak zorunda?
Güzel soru… Bilmiyorum. Belki de onları gözlemleyen kontrol odasından…sahadaki kapalı bir yerleşkede kontrol odası var, askerlere yasak. Orada birinin onları sürekli izlediği söyleniyordu, en azından teoride.
Haaretz: Vurma işini kim yapıyordu?
Genellikle askeri polis memurları.
Haaretz: Neden “genellikle” dediniz?
Tutukluları dövmeye çok hevesli askerler vardı, bilhassa rica ederlerdi… ve askeri polis de bazen izin verirdi. Ama genellikle subayların kendileri izin verirdi.
Haaretz: O zaman neden bazen askerlerin bunu yapmasına izin veriyorlardı?
Bilmiyorum, sanırım bir tür kaçamaktı bu yaptıkları; ama kurallara mı yoksa geleneklere mi aykırı olduğundan emin değilim. Yedek askerlerin tutuklu dövmesine izin vermenin gerçekten doğru olmadığını düşünüyorlardı.
Haaretz: Tutuklular nasıl tepki verirdi?
Genelde oldukça sessizdiler. Bazen darbeler sırasında ağlıyorlardı; ama ondan sonra nezarethanelere geri getirildiklerinde oldukça itaatkâr oluyorlardı.
Haaretz: Ortalama bir vardiya sırasında kaç ceza veriliyordu?
Diyebilirim ki… her iki saatte bir dayak vakası oluyordu. Ayağa kalkmaya zorlama cezaları daha fazlaydı. Çoğu zaman birileri ayakta duruyordu.
Haaretz: Şiddet içeren başka olaylar da var mıydı?
Evet. Cezalar nispeten küçük şiddet içeriyordu. En aşırı şiddet ise koğuştaki tüm mahkûmların üstlerinin aranmasıydı. Arama gerçekten çok, çok… çok daha şiddetli bir arama oluyordu. Çoğunlukla 100. Kuvvet tarafından yapılırdı.
İlk başta bunun resmi bir şey mi yoksa kendilerine Force 100 diyen ve üniformalarına bu tür bir etiket iliştirilmiş kişiler mi olduğunu anlayamazdık. Sonrasında daha kurumsal bir hal aldı bu arama işi. Her ne kadar arama yapanlar yedek asker olsa da, şu anda orduda kıymetli bir yerde tutulan wassah’a sahiptiler, askeri kibir…Stratejik üniformaları olur… kar maskeleriyle ve özel teçhizatla dolaşırlar ve bir gizlilik havası yayarlar.
İnsanlar onların ciddi karışıklıklarla ilgilenmesi gereken özel harekat birimlerinden adamlar olduğunu söylüyordu. Haftada bir ya da iki kez her bir koğuşta bu aramaları yapıyorlardı. Bir arama için geldiklerinde, bir sürü insan ve memur onlara eşlik ediyordu. Görevlerinin tam olarak ne olduğunu bilmiyorum. Orada durup gözlem yapıyorlardı.
Genellikle arama için yaklaşık 10 kişilik bir Force 100 ekibi gelirdi. Gözaltına alınanları elleri başlarının arkasında, yüzüstü yatırıyorlardı. Gördüğüm ilk arama sırasında, yere yattıktan sonra, emre göre her seferinde beş mahkûm dışarı çıkarıldı. Onları şiddetle dışarı çıkardılar, yüzleri çitlere dönük bir şekilde dışarıda beklettiler ve üzerlerini aradılar.
Genellikle içlerinden birini – rastgele mi değil mi bilmiyorum – çekip yere atıyorlardı. Birini o şekilde orada aradılar ve biraz da dövdüler. Terör estirmek için bir bahane gibi görünüyordu. Sıradan bir arama değildi. Çok şiddetliydi, özellikle de yere attıkları ve feci şekilde dövdükleri adamlara karşı.
Hepsini arayıp geri getirene kadar her seferinde beşer kişi alarak devam ettiler. Ve başka bir şey daha vardı. Force 100 her nezarethaneden 10 kişi falan alıyordu. Ellerinde listelerle geliyorlardı ve insanların kim olduğunu biliyorlardı. Bu kişileri bir kenara çekip onlara gerçekten yükleniyorlardı. Bu listenin Askeri İstihbarat ya da Şin Bet tarafından değil, askeri polis tarafından hazırlandığını biliyorum.
Başka bir deyişle, onlardan istihbarat almak için arama yapmıyorlardı, istihbarat ellerindeydi…Bir isim listesiyle geldiler ve onları acımasızca dövdüler. Bu öyle bir düzeydeydi ki… Sanırım her seferinde dişler kırıldı, kemikler kırıldı. Çünkü gerçekten güçlü darbeler vardı.
Haaretz: Nerede yapıldı?
Dayak için bir kenara, daha gizli bir yere götürülürlerdi. Askerlerin ve tutukluların geri kalanı ayakta kalırdı. O dayakları izlerdim. 100. Kuvvet’ten altı ya da yedi adam bir adamın etrafında durup onu tekmeliyor…darbeler, tokatlar, yumruklar, her şey… İki ya da üç tanesi koruma olarak silahlarıyla kenarda duruyordu. Bir de köpek vardı.
Haaretz: Bu ne kadar sürdü?
“Vurmaktan bıkana kadar. Muhafız birliklerinden ya da askeri polisten düzenli askerleri dayağa katılmaları için davet ettikleri zamanlar da oldu. Önceden mi koordine ediliyordu yoksa kendiliğinden mi çağırıyorlardı bilmiyorum ama bu döngünün içinde olan bazı askerlere yapılan bir tür jestti.
Dayağı görmediğim ama yumrukları ya da bağırışları duyduğum anlar oldu. Çığlıklar çok şiddetliydi. Bazen diğer sorgulamalarda duyduklarımdan daha yüksekti. Tüm bu süre boyunca köpekler de gelip havlıyor ve tutukluların üzerlerine atlıyordu. Ağızlıkla… evet… ama onları tırmalıyorlardı ve gerçekten korkutucuydu. Ah… başlangıçta bir de şok bombası vardı. Evet, böyle bir arama her başladığında, Force 100 ağıla bir şok bombası atıyordu.
Haaretz: Bu arama istihbarat vs. prosedürü ne kadar sürerdi?
Zaman alırdı…çok fazla insan var çünkü. Bir saat, bir buçuk saat sürebiliyordu. Uzun bir süre. Gördüğüm ikinci arama da neredeyse ilkiyle aynıydı, sadece içeride yapıldı… tutuklular dışarı çıkarılmadı.
Sersemletici şok bombasını attıktan ve herkes yere yattıktan sonra, 100. Kuvvet içeri girer ve her seferinde beş kişiyi alır, onları kafesin bir köşesine sıkıştırır ve aynı şeyi yapardı: çok şiddetli bir arama. Ve sonra, tutukluları geri getirdiklerinde, onları basitçe yerlerine geri atarlardı.
Haaretz: Ne demek “atarlardı?”
Fırlatırlardı yani. Mesela adamı atıyorlar ve adam yere düşüyor ya da diğerlerinin üzerine. Gözleri bağlı ve prangalı olduğu için düşerken kendini destekleyemiyor ki.
Haaretz: Etraftaki hiç kimse bir şey söylemiyor muydu?
Hayır, hiç kimse. Memurlar da dahil olmak üzere pek çok insan olurdu, karanlıkta yapılan bir şey değildi. Bu tür şeyler nezarethanede olur, dolayısıyla herkes neler olup bittiğini görürdü.
Orada askeri polisten iki ya da üç yarbay vardı. Bu kamp komutanının arkasından yapılan bir şey değildi. Prosedür böyle miydi bilmiyorum ama askerler ne yaptıklarını tam olarak biliyorlarmış gibi görünüyordu. Ve subaylar… evet, orada duruyorlardı, onlar 100. Kuvvet’in komutanlarıydı. Bu yapılan prosedür o anki kuvvetin kendi başına aldığı bir karardan ziyade başka bir şeydi.
Haaretz: Yani, bu tutukluların neden dövüldüğünü biliyor musunuz?
Görmedim ve bilmiyorum. Belki de kötü davranmışlardır? Orada askeri polis listelerinde adlarının geçtiğinin gördüğüm insanlar da vardı. Mesela 7 Ekim olaylarına karışan biri vardı, onu her seferinde dışarı çıkarıp dövdüler.
Haaretz: Çeşitli vesilelerle mi?
Doğru.
Haaretz: Onu dövmek için ne gibi fırsatlar vardı?
Aramalardan dolayı bacakları kırıktı bu yüzden her seferinde örneğin sayım için ayakta durması gerekiyordu ama duramıyordu. Bu da onu dışarı çıkarmak ve biraz daha dövmek için bir bahane oluyordu.
Haaretz: Peki her sayım sırasında dayak yedi mi?
Her sayımda değil ama oldukça fazla. Oldukça fazla.
Haaretz: Bir şey söyledi mi?
Hayır, bitkin görünüyordu. Bazen durmaları için yalvardı.
Haaretz: Peki kendi aranızda, askerler arasında, orada neler olup bittiğine dair soruları olan var mıydı?
Aramayı gördüklerinde bir tür panik atak geçiren askerler, özellikle de kadın askerler vardı. Ama o vardiyaları yapmak için hevesli olan, orada olmak isteyen çok sayıda asker vardı.
Bölüğümdeki subaylar bile gelmek için bir bahane aradılar. Bu sizi adrenalinle dolduruyor… benim de içinde bulunduğum durumdaki gibi… bu sıradan bir şey değil. Strese neden oluyor. Geri kalan zamanda dinlenme alanındaki çadır sıkıcı ve askerler arasında fazla etkileşim yok.
Birkaç masa var, oturuyorsunuz, zaman geçiriyorsunuz ve aniden bir şey oluyor…hareket oluyor. Askerlerin çoğu olanlardan memnundu. Bundan biraz rahatsız olanlar da vardı, başlangıçta rahatsız olup sonra sisteme ayak uyduranlar da.
Bahaneler ‘savaş zamanı’, ‘onlar korkunç’ ve ‘onlara disiplin uygulamanın başka yolu yok’ şeklindeydi. Benim için en zor şeylerden biri dayak değil, sürekli prangalı olmaları, görememeleri ve hareket edememeleriydi. En zor işkence budur.
Bazen çocuklar arasında konuştuğumuzda, sohbetlerde aniden ‘işkence’ kelimesinden bahseden insanlar oluyordu. Biz prangalı gözü bağlı olmanın…bunun da bir işkence olduğunu söyledik. Ama o konuya girmiyorsun, hemen konuyu değiştiriyorsun. Zaman geçtikçe ben de daha az umursadım. İlk vardiyalar çok zordu. Ama sonrasında artık aynı gerilimi yaratmıyor. Yapabileceğiniz hiçbir şey yok. Her zaman aynı stres var. Beyin buna alışıyor.
Haaretz: Orada insancıl jestlerin yapıldığı anlar oldu mu?
Oldu. Ama çok nadirdi. Bazen askeri polis küçüklere şeker veriyordu, mesela akşamları uyumadan önce. Bir keresinde bir tutuklu ağlamaya başladı. Yaşlı biriydi, 60 yaşındaydı. Bu yüzden nöbetçi subay onunla konuşmaya ve onu biraz neşelendirmeye çalıştı.
Şaviş aracılığıyla ‘Kim bu adam? Neden burada?’ Tutuklu, götürülene kadar sıradan bir öğretmen olduğunu söyledi. Kendisine insan gibi davranılmasını istedi. Aynı memur ile ağlamaya başlayan çocuklardan biri arasında da benzer bir durum yaşandı: Ona büyüdüğünde ne olmak istediğini sordu. Ve sonunda ona her şeyin yoluna gireceğini söyledi. Bu nadir görülen bir şeydi, çok nadir… Sanırım memur o gün bir nevi özgürleşmiş bir ruh hali içindeydi zira bu onun son vardiyasıydı.
Öğrenci ve askeri poliste yedek subay olan A. anlatıyor:
Savaşın ilk aylarında Sde Teiman’da tutukluları kabul eden birimde görev yaptım. Neredeyse her gün geliyorlardı, geceleri de. Genellikle doğrudan sahadan, savaşçılar ya da milletvekilleri eşliğinde. Bize elleri bağlı, bazen kıyafetli, bazen de sadece külotla ya da mahrem yerlerini gizleyen bir şeyle geliyorlardı.
Haaretz: “Bir şey” nedir?
Bir bez ya da paçavra, o an buldukları bir şey. Alım alanında, kamyonetten indirilir ve sıraya dizilirlerdi. Biz onları teker teker ofise götürene kadar orada bekliyorlardı. Orada onlara nerede gözaltına alındıkları, nerede yaşadıkları gibi temel sorular soruyor ve bilgileri bilgisayara giriyorduk.
Sahada bir ön sorgulamadan geçeceklerdi; ancak kim oldukları ya da ne yaptıkları hakkında önceden bilgi almadık. Sadece fotoğraf için birkaç dakikalığına göz bağlarını çıkarıyorduk. Bu diyeceğimi sıradan bir asker anlamaz: Ordunun hedeflerine nasıl ulaşacağına bildiğine inanan bir asker olarak askerliğe yazıldım. Hala inanıyorum. Ordu dışarıdan kötü görünse bile. Yedek kuvvetlerde pek çok ilkeli insanla tanıştım ama ilkeli olmayanlar da vardı. Her türden insan…biraz biraz.
İlk başta, yeterli sayıda yedek asker gelmediği için, askeri polisin Gahelet biriminden kızları tutukluları alsınlar diye getirdiler. Kızlar çoğunlukla düzenli ordudalar ve mahkûmlarla rehabilitasyonda çalışıyorlar; ama Nukhba teröristleri için hazırlıklı değillerdi.
Buraya ilk başta bazıları çatışmalarda yaralanmış olan insanlar geldi. Pek hoş bir manzara değildi, özellikle de İsrail’de yakalanan ve sahada zorlu bir sorgudan geçtikten sonra gelenler. Görünüşe göre Gahelet’in kız askerleri için zihinsel olarak başa çıkmak zordu, bu yüzden kız askerlerle konuşan bir ruh sağlığı görevlisi getirdiler. Daha sonra görevlerine geri döndüler. Bazıları bazen sinir krizi geçiriyordu.
İçinde bulunduğumuz dönemi de anlamak gerekiyor. Bu üs ülkedeki atmosferin bir yansıması. İlk aylarda biri karşınızda duruyor ve ne yaptığını bilmiyorsunuz. Nukhba olup olmadığını, tecavüz edip etmediğini, öldürüp öldürmediğini, yaşamayı hak edip etmediğini. Ve öfkeyle doluyorsunuz. Herkes öfkeyle doludur. İntikam arzusu var. Kimse şımartılması gerektiğini düşünmüyor; ama yine de cezalandıran tarafın biz olmamız gerektiğini de düşünmüyor.
Ellerine biraz güç geçince değişen insanlar yok muydu? Vardı. Elbette vardı. Ama benim gördüklerim, en azından benim gözlerimle, gerçekten küçük ölçekliydi. Çoğunlukla tutuklular sessiz olmadığında ya da buna benzer bir şey olduğunda. Bazen de sebepsiz yere, ne bileyim, saldırganlıklarını dışa vurmaya çalışan tekinsiz birkaç asker diyelim. Ama aslında aşırı şeyler de değil. Beni bunaltmadı tüm bunlar.
Haaretz: Bir örnek verebilir misiniz?
“Bazen kabul alanında, hiçbir şey yapmamış birini aniden iten ya da sessiz olmadığı için birine vuran insanlar oluyordu. Bunlar genellikle onları sahadan getiren askerlerdi. İnsanları tokatlamak, aşağılamak, birini yere itmek ve daha önce oturmuş olmasına rağmen oturmasını söylemek gibi şeyler…gördüm. Ama hiçbir zaman yukarıdan böyle davranılması için bir emir gelmedi, sadece böyle şeyler yapmakta beis görmeyen rahat askerler oluyordu.
Haaretz: İstisnai olaylar var mıydı?
Madem konuyu açtınız, kamyonet ile ilgili bir hikaye hatırlıyorum. Filistinlileri kamyonetten atan askerler vardı.
Haaretz: Atmak mı?
Onları basamaklardan indirmek yerine, aracın tabanının yüksekliğinden aşağı itiyorlardı. Yere kadar.
Haaretz: Elleri ve gözleri bağlı mıydı?
Evet. Kelepçeliydiler, bacaklarından da. Bir taş gibi yere düştüler.
Haaretz: Yaralanan oldu mu?
Bir kişi yaralandı.
Haaretz: Bunun için kimse cezalandırıldı mı?
Bildiğim kadarıyla hayır. Takip eden günlerde bize bunun doğru olmadığı söylendi. Tesisteki komutanlar bunun bir daha yaşanmamasını sağlamamız gerektiğini söylediler.
Haaretz: Oradaki göreviniz sırasında ikilemler yaşadınız mı?
“Sanırım bazen oldu ama tam olarak hatırlamıyorum. Ama dediğim gibi, bu konuda çok fazla düşünmeden işimi yapmaya geldim. Büyük sistemin ne yapması gerektiğini ve bana neden ihtiyaç duyduğunu bildiği fikrine güvendim. Orduya güveniyorum. Ve Sde Teiman’da gördüğüm her şey, bu koşullar altında bana çok mantıklı geldi.
Öğrenci ve yedek asker R. konuşuyor:
“11 Ekim’de taburumla birlikte göreve çağrıldım. Yaklaşık iki ay boyunca toplulukları koruduk. Nisan ayında ihtiyat görevine döndük ve aniden Sde Teiman’a gönderileceğimiz haberi geldi. Bu kadar kısa sürede böyle bir haber almak gerçekten tuhaftı. Bölükten tabur karargâhında görevli bir arkadaş, bunu hazmetmeye vaktimiz olmasın diye son anda haber verdiklerini söyledi.
Sanırım itirazları önlemek istediler. Oraya vardığımızda tesis komutanı yarbay rütbesinde bir milletvekili hemen bize bir konuşma yaptı. Bunun ‘çok önemli ve zor bir görev’ olduğunu söyledi. Tüm yasal koşulları yerine getirdiklerini, ‘tüm tıbbi hizmetleri ve gerekli kalori miktarına sahip yiyecekleri sağladıklarını’ ve ‘her şeyin yasalara göre yapıldığını’ söyledi.
Kendisinin incelemeye tabi tutulduğunu ve yakın gözetim altında olduğunu söyledi. Bize askerlerinin çok disiplinli olduğunu ve tutuklularla herhangi bir etkileşimde bulunmamamız gerektiğini söyledi. Sonunda yine oradaki her şeyin ne kadar düzgün ve yasalara uygun olduğundan bahsetti.
Kampa geldiğinizde sizi ilk çarpan şey koku oluyor. Burası gerçekten aşırı derecede kokuyor. Dışarılardayken biraz rüzgar estiğinde yürürsünüz ama kampın içinde…koku dayanılmazdı.
Haaretz: Nasıl kokuyordu?
Bir aydan uzun bir süredir aynı kıyafetlerle ve deli gibi sıcakta birbirine yakın yerlerde oturan düzinelerce insanın kokusu gibi. Haftada iki kez birkaç dakikalığına duş almalarına izin veriyorlardı, ancak onlara kıyafet değişikliği verdiklerini hiç hatırlamıyorum. Oraya bir asker zihniyetiyle geldim. “Hiçbir şey istemeden cezamızı çekelim ve sonra evimize gidelim.” diye düşünüyordum. Ancak sonrasında iki olay oldu ve ben orada daha fazla kalamadım.
İlki ağıllardan birinde oldu. Bana göre askeri polis yedekleri olan eskort gücünden adamlar geldi. Kar maskeleriyle kodamanlar gibi içeri girdiler ve üç ya da dört tutukluyu dışarı çıkardılar. Onları elleri kelepçeli ve yüzlerinde külot ile eğilerek yürüttüler.
Her biri önündeki kişinin gömleğini tutuyordu. Sonra aniden polis memurlarından birinin, tam nezarethanenin girişinde, ilk tutuklunun kafasını tuttuğunu ve ‘güm’ diye kapının demir bir parçasına vurduğunu gördüm.
Sonra onu tekrar ezdi ve ‘Yalla’ dedi. Bunu gördüğüm an tam bir şoka girdim. Tam karşımdaydı… O kişinin birdenbire kafasından şu düşüncelerin geçtiğini gördüm: “Tamam, bu bir insan değil. Kafasını kapıya vurabilirim. Sırf canım öyle istiyor diye.”
Bunu soğukkanlı bir şekilde yapması beni hayrete düşürdü. Kızgın ya da nefret dolu görünmüyordu, hatta gülüyordu bile.
Haaretz: Orada kimse bir şey söyledi mi?
Hayır.
Haaretz: Siz tesisteyken başka şiddet olayları da oldu mu?
Evet, ama ‘Yalla, hadi onları parçalayalım’ şeklinde değildi. Ayrıca şunu da düşünün: Bu çaba gerektiren bir prosedür. Adamı alacaksın, bir refakatçi bulacaksın, iki kilidi açacaksın, dışarı çıkaracaksın, kenarda bir yere getireceksin… diyelim ki kameralar yok.
Bunu yapmak çok zor. Yani bunu gelişigüzel yapamazsınız. Daha uç vakalar sonradan geliyor… mesela ordudan bir kadın asker, bir tutuklunun kendisini dikizlediğini ve kendisine cinsel anlamda dokunduğunu söyledi.
Bunun üzerine 100. Kuvvet’i getirdiler ve onu acımasızca dövdüler. Ayrıca bir askere parmak sallayan bir tutukluyla ilgilenmek için 100. Kuvvet’in geldiği bir vaka da vardı. Ben bunu görmedim; ama adamlar oldukça heyecanlıydı. Vardiyadan döndüklerinde coşkuyla onun yediği dayak hakkında konuştular. Genel olarak herkes kameraların nerede olduğunu biliyor. Orada yaşanan nispeten aşırı olayların hepsi kameraların görmediği yerlerdeydi.
Beni şaşkına çeviren ikinci olay hastanedeki bir gece vardiyası sırasında oldu. Dışarıda bir askeri polis memuruyla sıkılmış bir şekilde oturuyordum ki içerideki tutuklulardan biri bir şey istedi ya da ağladı.
Subay bir Dürziydi. Ona bu tutuklunun hikayesinin ne olduğunu bilip bilmediğini sordum. Bilmediğini söyledi ve ilgilenip ilgilenmediğimi sordu. İlgilendiğimi söyledim. Kalkıp çadıra girdi.
Haaretz: Buna izin var mı?
Asla olmaz! Onlarla hiçbir koşulda ve hiçbir konuda konuşmanıza izin verilmiyor. Bize her zaman “Onların yanında ne söylediğinize dikkat edin. Haberlerle, öldürülen insanlarla, Refah’la ilgili hiçbir şey hakkında konuşmayın… Onlar dinliyor ve istihbarat topluyor.” deniyordu.
Onların yanında isimlerinizden bile bahsedemezsiniz. Birbirinize ilk harfinizle hitap ediyorsunuz. Ama etrafta hiç memur olmadığında herkes canı ne isterse onu yapıyor. Kimse hiçbir şeye özellikle dikkat etmiyor. İsrail ordusu böyle bir yer…
Örneğin, mahkûmlarla etkileşimin olduğu herhangi bir yerde cep telefonu bulundurmanıza izin verilmiyor. Gün boyunca kimse buna cesaret edemiyor; ama geceleri, rütbeli personel olmadığında, kadın askeri polis memurları oturuyor ve tüm vardiya boyunca Türk dizilerini izliyorlar.
Her neyse, Dürzi subay onunla birkaç dakika Arapça konuştu ve sonunda Filistinli ağlamaya başladı. Çılgınca ağlıyordu. Sonra subay dışarı çıktı, gülmemeye çalışarak yani yarı kahkaha atarak bana doğru yürüyordu.
Adamın Gazze’deki hayatından, işinden, ailesinden bahsettiğini söyledi. Şifa Hastanesi’nde yatan kardeşini ziyarete gittiğini ve orada tutuklandığını söyledi. “Peki neden ağlıyor?” diye sorduğumda memur “Ah… karısını, çocuklarını, ailesini özlüyor. Onlara ne olduğu hakkında hiçbir fikri yok.” dedi. Memurun neden güldüğünü bilmiyorum. Belki utanmıştı, belki de hikayeyi küçümsüyordu, inanmamış gibiydi. Ama vardiyanın sonunda, uyumak üzereyken… Bum! Düşünceler yarışmaya başladı. Yatağıma oturdum ve saatlerce Google’da yasadışı savaşçıların hapsedilmesiyle ilgili yasaları araştırdım. ChatGPT’de bir oturum yaptım ve suçlar ve savaş kuralları hakkında sorular sordum. Ertesi gün orada daha fazla devam edemeyeceğimi anladım.
Haaretz: O anı bu kadar dramatik kılan neydi?
Tutuklunun hikayesi ve sonunda ağlamaya başlaması. Onca hazırlıktan ve orada size anlatılanlardan sonra çok insani ve şaşırtıcı bir gösteriydi bu. Beyninize sürekli bağlantıyı kesmeniz gerektiğini ve onların insan olmadığını…onların insan olmadıklarını…pompalıyorlar.
Haaretz: Böyle şeyleri kim söyledi?
Bizim çocuklar, bölük komutanı, subaylar, herkes…Geldiğimiz gün bize brifing veren bir kadın subay vardı. Dedi ki, “Sizin için zor olacak. Onlara acımak isteyeceksiniz ama bu yasak. Unutmayın ki onlar insan değil. Sizin bakış açınıza göre onlar insan değil. En iyisi kim olduklarını ve Ekim ayında ne yaptıklarını hatırlamak.”
O zamana kadar televizyon haberlerini, haberlerde burası hakkında söylenenleri görmüştüm. Serbest bırakılan Gazzelilerin orada neler olup bittiğini anlattıkları videoları da gördüm. Ama birdenbire, içinde olduğunuzda, gerçek insanlar haline geliyorlar.
İnsanlığınızı bir saniyede kaybetmenin ne kadar kolay olduğunu, insanlara insan değilmiş gibi davranmak için gerekçeler bulmanın ne kadar kolay olduğunu fark ediyorsunuz. Tıpkı The Wave (1981) filmindeki gibi (Filmde bir lise öğretmeninin öğrencileriyle yaptığı simülasyon deneyinde onların insanlıklarını ne kadar kolay kaybedebilecekleri anlatılır) Yüzünüzü dönüyorsunuz, bakıyorsunuz bir canlı. Bu “insan değilmiş gibi davranmanın” nasıl gerçekleştiğini deneyimlemek çılgıncaydı.
Öğrenci ve yedek asker olan H. isimli kadın konuşuyor:
Düzenli orduda acemi erlerin takım komutanıydım ve yaklaşık altı yıl önce hizmetimin ardından terhis edildim. Mayıs ayında ‘Askeri Polis Teşkilatında anlamlı bir görev için’ acil çağrı emri içeren bir SMS alana kadar hiç yedek göreve çağrılmamıştım. Herhangi bir ayrıntı yoktu.
Arkadaşlarımdan anladığım kadarıyla gözaltındaki güvenlik görevlilerini korumak için seferber edilmiştik. Oraya vardım ve bana bir numara verildi. Bekleme yerinde, üzerinde patlamış mısır, sulu kahve ve pamuk şeker bulunan masaların olduğu bir tentenin altına oturdum.
Arka planda bir festivaldeki gibi müzik vardı. Çok fazla insan vardı ve hava korkunç derecede sıcaktı. Bu arada etrafımdaki konuşmaları duyuyordum. Bazı insanlar tutukluları dövmek ya da yemeklerine tükürmek istediklerini söylüyordu.
Tanıdığım iyi insanlar, sanki rutin bir şeyden bahsediyorlarmış gibi, insanlara zalim ve kötü davranmaktan bahsediyorlardı. Etraftaki hiç kimse protesto etmedi ya da rahatsız edici bir şekilde kıvranmadı. Kimse yasalar ya da yetkililerin rolü hakkında konuşmadı. İnsanlıktan çıkarılma beni korkuttu. Her gün etrafımda olan bir grup genç insanın bu kadar kısa sürede nasıl bu kadar tehlikeli bir süreçten geçtiğini anlayamıyordum.
Ekim ayından bu yana bana da eşlik eden acı ve korkuyu elbette anlıyorum, ancak çevremde yaşayan insanların gerçeklik kavramını çarpıtmayı ne biçim başardıklarına inanamadım. Duyduklarımı belgeleme zorunluluğu hissettim. Telefonumu çıkardım ve duyduğum her şeyi yazıya dökmeye başladım:
2 Haziran 2024 tanıklığı: kadın manga komutanlarının askeri polise yedek çağrılması. Konuşmalar: “Onları sopalarla döveceğiz.” “Sadece üzerlerine tüküreceğim.” “Teröristleri nasıl yenmeyi planlıyorsunuz?” “Bunun bir görev olduğunu düşünüyorum.” “Neden böyle koşulları hak ediyorlar ki?” “Gerçek şu ki, iki iş arasında kaldım ve bir onluk bana uygun.” “Bunu gerçekten yapmak istiyor musun?” – “Evet, para istiyorum,” Göz kırpmalar…
Bir gün brifing için oturduk. Sevimli bir askeri polis memuru içeri girdi ve konuşmaya başladı: ‘’Muhtemelen burada ne işiniz olduğunu soruyorsunuz. Biz askeri polisiz. Bu acil durumdaki görevimiz düşman tutuklularıdır’’ dedi.
Kaç kişinin gözaltına alındığını ve hangi tesislere götürüldüklerini ayrıntılı olarak anlattı ve ardından şunu vurguladı: “Şunu anlamanız önemli, rehinelerin iadesi için tutukluları iade etmemiz gerekiyor, bu yüzden onları anlaşmalar için tutuyoruz. Bu tutuklular şu anda İsrail ordusunun stratejik varlıklarıdır.”
Sorular ve itirazlar başlayınca sertleşti: “Hepiniz acil durum emri altında buradasınız. Bu görevde hizmet etmek zorundasınız. Ben sizin için arabuluculuk yapmak için buradayım. Bir ay öncesine kadar burada buzlu içecek ya da patlamış mısır yoktu.”
Sde Teiman’a insanlar çağrıldı ve onlara şöyle denildi: “Şalom, belirsiz bir süre için hapishane gardiyanı olarak görev yapacaksın.”
Birisi ‘Böyle bir görev için kızları nasıl çağırırsınız’ diye sordu.” Yani taciz ve diğer şeyler yüzünden. Memur, ellerinin kelepçeli, gözlerinin üzerinde külot ya da gözbağı olduğunu ve parmaklıklı bir kafeste tutulduklarını söyledi.
Memur ekledi: “Başka bir deyişle, onlarla doğrudan temasınız yok.”
Katılımcılardan biri şöyle dedi: “Beni rahatsız eden şey ahlaki açıdan…kendimi onlara yemek götürürken düşünemiyorum. Kendimi onların ihtiyaçlarını karşılarken hayal edemiyorum.”
Subay şöyle cevap verdi: “Uluslararası hukuka göre onlara belli miktarda yiyecek götürmek zorundayız. Sonuçta ordu onları kolayca öldürebilir. Ama ordunun onlara ihtiyacı var. Merak etmeyin, burada şımartılmıyorlar.”
Herhangi bir tehlike altında olmayacağımıza dair bize ‘güvence’ vermeye devam etti. ‘Diyelim ki mahkûmlar kendi aralarında kavga etmek istiyorlarsa, bize göre birbirlerine vurabilir ve birbirlerini öldürebilirler. Biz müdahale etmeyeceğiz ve hiçbir insanımızı tehlikeye atmayacağız’ dedi.
Sonunda, “Bunun ahlaki ve önemli bir görev olduğunu ve ordunun size ihtiyacı olduğunu unutmayın. Ayrıca, bu bir acil durum emri olduğu için, size ödeme yapılacak ve bu aydan sonra devam etmek isteyen herkes öyle az bir ödenek veya maaş almayacak.” dedi.
Eve korkarak döndüm. Gayri resmi sohbetlerde duyduğum türden konuşmalar resmi bir askeri platformda yapılıyordu. Subayın insanlık dışı konuşmalara net bir yanıt vermemesi beni korkuttu.
Toplumumuzda normal hale gelen bu tür tehlikeli kavramlarla karşılaşmak benim için travmatikti. Buna katılamayacağımı anladım ve bir psikiyatristin yardımıyla yedek subaylıktan ayrıldım.
Öğrenci ve yedek asker olan A.’nın tanıklığı:
Ekim ayında yedek görev için çağrıldım, Gazze’de savaştım ve Ocak ayında terhis oldum. Mayıs ayında Sde Teiman’da bir başka yedek görev için gönüllü oldum. Facebook’ta yedek asker arandığına dair bir duyuru gördüm; duyuruda gündüz vardiyası olduğu ve bu işin öğrenciler için de uygun olabileceği yazıyordu.
Ben de gittim, esas olarak maaş için. Ayrıca biraz da orada olmak istiyordum. Arkadaşlarım Nova’da ölmüştü ve bu işi yapan insanları yakından görmek istiyordum. Orada birkaç yedek taburla birlikte görev yaptım ve askerlerin çoğunun bu işi gerçekten sevmediğini söyleyebilirim. Büyük bir insan gücü açığı vardı ve benim gibi insanlara ihtiyaçları vardı, vardiyaları tamamlamak için gelecek insanlara yani. Oraya büyük bir endişeyle gittim.
Gazetelerde bir şeyler okumuştum ve oranın kendisinden de korkuyordum. Sonuçta bir metre öteden teröristleri, katilleri koruyorsunuz ve onlar da nasıl savaşacaklarını biliyorlar. Ama bu sadece ilk vardiyalar sırasında oldu. Zamanla alışıyorsunuz, kısacası genel olarak sahada gerçek bir korku hissetmedim. Ağıllarda ve hastanelerde nöbet tuttum.
Sağlık ekibi hakkında bir şikayetim yok. Onlar birer melek. Bir teröristin altını değiştirmenin ve poposunu silmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz? Ve bunu göreceli bir saygınlıkla ve aşağılanmadan yapıyorlar. Bazen hastalara güldükleri oluyordu ya da onlara isimler takıyorlardı, belki de aşağılayıcı isimler. Ama genel olarak kutsal bir iş yapıyorlardı.
Ben oradayken onları yeni bir tesise taşıdılar. Altı büyük çadır, yer döşemeleri ve klimaları vardı. Ve bir sürü yeni ekipman getirdiler. O zamana kadar bazı eleştiriler olduğu için, aradan zaman geçtikçe oradaki durumun daha ılımlı hale geldiğini anladım.
Örneğin, görevlerden önceki brifinglerde, ‘eskiden kollarını kaldırarak durmalarını sağlayarak cezalandırıldıkları’ söyleniyordu; ama bu yasal falan değildi. Dışarıdan gelen baskı nedeniyle sürekli bir sızıntı, medya korkusu vardı. Bize her zaman mümkün olduğunca az konuşmamızı söylerlerdi. Sde Teiman’da olan Sde Teiman’da kalır gibi.
Atmosfer buydu. Fotoğraf çekmek tabuydu. Bunun çok ciddi olduğunu ve eğer fotoğraflar dışarı sızarsa Askeri Polis Kriminal Soruşturma Bölümü’nü çağıracaklarını söylediler.
“Tutuklular sadece yoga matının bulunduğu alanda oturuyorlar ve her zaman kelepçeli ve gözleri bağlı… Ve böyle oturup kalmanın onlara ne yaptığını gözlerinizle görüyorsunuz. Yeni gelenler ile haftalardır orada olanlar arasındaki farkı kesinlikle görüyorsunuz. İnsanlar bu koşullar altında kendilerini kaybediyorlar.
Ben evdeyken klimalı odada halı üzerinde bir deney yaptım. Kontrol etmek istedim. Başımda bir mendille oturdum, kelepçesiz ve aç da değildim. Sadece bir göz bağı ve bir saat sonra çalacak bir alarmla oturdum. 10 dakika sonra ölmek istediğimi hissettim. Bir 10 dakika daha geçtikten sonra patlayacak gibi oldum.
Düşünün, her gün, bir hafta, bir ay. Devlet bir gün Gazze’ye döneceklerinden korktuğu için onları zombiye dönüştürmeye karar vermiş gibi hissediyorum. Bu insanları aldılar ve öyle bir noktaya getirdiler ki, 50 yıl sonra Gazze’de sokakta yürürken insanlar onları gösterip ‘Gördünüz mü, şu zavallı adam… yıllar önce İsrail’e saldırmaya karar verdi’ diyecekler.
Orada bulunan insanların çoğunun iyi insanlar olmadığına inanıyorum. Ordunun gelip onları alması boşuna değil. Ama burada sadece Hamas’ın levazım subayı ya da bazı memurları yok. Masum insanlar da vardı, özellikle de başlangıçta, sahadaki sınıflandırmanın daha az titiz olduğu zamanlarda. İnsanları bu gibi koşullarda tutmanın mantığını anlamıyorum. Bu ceza değil; oradaki yaşam… günlük işkencedir.
Brifinglerde her şeyin bir nedeni olduğu anlatılıyor. Örneğin, bilgi aktarmasınlar ve aralarında koordinasyon olmasın diye konuşmak yasak. Yatak ince, böylece silahları saklamayacaklar. Ceza – caydırıcılık için. Kelepçeler – çünkü çok tehlikeliler. Eski bir asker gibi görünen bir askeri polis memuru bir keresinde bana ‘ordunun binlerce yeni yedek askeri kabul etmeye hazır olmadığını’ söylemişti. Tamam ama altı, yedi, dokuz ay geçti ve siz daha iyi bir çözüm bulamadınız mı? Hala şu an asker eksikliği mi çekiliyor?
Haaretz: Herhangi bir usulsüzlüğe tanık oldunuz mu?
Usülsüzlüğü nasıl tanımladığınıza bağlı. Günlük hayatımda böyle bir şiddet, küfür ve aşağılama ile karşılaşmıyorum. Yani evet, orada her dakika usülsüzlük var.
Kişisel düzeyde, oraya karşı tüm tutumumu değiştiren bir olay yaşadım. İlk vardiyalardan birindeydi. Esir kampının çardağında oturuyordum, vardiya arasında mola vermiştim, elinde plastik sopa olan bir askeri polis yanıma geldi ve ‘Benimle gel, sorun çıkaran biriyle ilgilenmemiz gerekiyor’ dedi.
Onunla ve başka bir askerle birlikte gittim ve 40 yaşlarında bir tutukluyu çıkardık. Bacağı sargılıydı ve biraz topallıyordu. Onu nezarethanenin yan tarafına, pek görmediğiniz bir alana götürdük ve askeri polis memuru sopayla sırtına dört kez vurdu ve bunu yaparken ona bağırdı, ‘Sessiz ol! Şu andan itibaren – uskut [Arapça’da “sessiz ol”]!
Filistinli ellerini kaldırdı ve sopa oraya gelmemiş olsa da ensesini korumaya çalıştı. Sonra dayak yerken yanlışlıkla gözbağını kaydırdı ve boynuna düştü. Bu memurun sinirlerini bozmuş ve onu daha da sert dövmeye başlamış. Filistinli yere düştü, sanki pes ediyor gibiydi, ayakta duracak gücü kalmamıştı ve sadece çöküyordu.
Ve sonra Arapça bağırmaya başladı, “Laish? Laish?” – ‘Neden? Neden?’ gibi… Ve yerden, belki de elleriyle kendini korumaya çalışırken, aniden bana baktı. Gözlerimin içine baktı ve yalvardı, ‘Laish? Laish?” Gözleri kahverengi ve iriydi, acıdan yuvalarından fırlamıştı. Damarları şişmişti, kıpkırmızıydı ve belli ki acı çekiyordu.
Orada öylece durdum, şok olmuştum. Hayatımda hiç böyle bir bakış görmemiştim. Bağırışlar askeri polis memurunu biraz strese soktu, bu yüzden ona küfretti ve üzerine tükürdü. Sonra da onu kafese geri götürdüler. Bu olay beni gerçekten sarstı. Olaydan sonra Sde Teiman’da kaldığım doğru ama çok daha az hevesli, çok daha az mutluydum.”
Haaretz: Dayak olayına siz de katıldınız mı?
“Cevap vermemeyi tercih ediyorum. Çok açık görünen bir nedenden dolayı da değil. Benim için enteresan bir durumdu ve bunu unutmayı çok istiyorum. Ama orası için alışılmadık bir durum değildi. Bazen bir asker sebepsiz yere birine vurur. Daha pek çok şey oluyor. İnsanlar, özellikle denetimin olmadığı yerlerde, kendi kendilerine bir şeyler yapmalarına izin veriyorlar. Ya da İsraillilerin 7 Ekim’in intikamını almak için Sde Teiman’a birini dövmeye geldiği durumlar oldu. Ya da… bu… nasıl diyeceğimi bilemiyorum… bu insanlar sadist.”
Haaretz: Ne demek istiyorsunuz?
“Eğer sadistin tanımı bir başkasına acı çektirmekten zevk alan kişi ise, o zaman sadizm skalasının her noktasından örnekler verebilirim. Bir akşam esir kampında nöbet tutuyordum. Orada bir yedek tabur vardı, dinlenme kampında mangal yapan ve müzik dinleyen kıdemli askerlerdi bunlar.
Çadır kamptan oldukça uzaktaydı ama bazen koku ve müzik kampa kadar geliyordu. Nöbet yerimdeyken et kokusunu aldım; tutukluların da havada kokuyu aldıklarını görüyordum. Sanırım bu durum onlara oldukça eziyet veriyordu. Mesaim bittiğinde çadırın önünden geçerken adamlardan biri kebaplı pide isteyip istemediğimi sordu.
Ben de içimin rahat etmediğini, bu kadar yakınımda aç insanlar olduğunu söyledim. Yüzünü buruşturdu. Sanki kendimi beğenmiş, ahlakçı biriymişim gibi baktı bana sonra gülümsedi ve “Neden? Benim için böyle çok daha lezzetli, onlar acı çekerken” dedi.
Elbette ben de eti hak etmediklerini düşünüyorum. Yeterince yiyecek aldıklarını, hatta boktan yiyecekler aldıklarını ama aç olmadıklarını bilseydim, durum farklı olurdu. Başka birinin aç olduğunu bile bile yemekten zevk almak nasıl mümkün olabilir ki? En büyük düşmanınız olsa bile.
“Ölçeğin diğer ucunda, oraya öfkelerini boşaltmak için gelen insanlar vardı. Kim orada hizmet etmeye gönüllü olur ki? Sadece Arapları dövmekten gerçekten hoşlananlar. İnsanları araçlardan indirdiklerini gördüm, hep şiddetle, küfürle, tükürerek.
Stratejik üniformalar, eldivenler, yüz maskeleri falan giyiyorlar – her türden ayak takımı, havalı tipler. Orada da tutukluların yüzüne korkutucu ve tehditkâr görünme gibi bir şey var. Aslında burada hayal kırıklığına uğramış askerlerden bahsediyoruz.
Askerler bu palavralara rağmen tünellerde savaşmıyor ya da Refah’ta binaları havaya uçurmuyorlar. Kelepçelenmiş, aç insanlarla baş etmeye çalışıyorlar. Onlara karşı güçlü olmak çok zor değil. Bu alanda uzman değilim ve psikoloji okumadım ama evet, orada sadistler gördüm. Başkalarına acı çektirmekten zevk alan sadist insanlar…
Haaretz: Diğer askerler bu duruma nasıl tepki verdi?
“Kim olduklarını ve ne olduklarını biliyorsun” gibi yanıtlarla, işte, her zamanki bahaneler: “Bunu hak ettiler” ya da “bu gerekli, çünkü bu bir savaş” filan… Orada seçime bağlı bir körlük olduğunu, mekanın yarattığı uyumsuzlukla yaşamanın yolunun bu olduğunu hissettim. Bu, kelimelerin sahip olduğu çift anlamlılıkta gözünüze çarpar.
Mesela bir şey söylüyorsunuz ve herkes ek anlamı tam olarak anlıyor. Örneğin, birini ‘kenara çekmek’ dendiğinde, niyetin onu kameraların menzili dışına çıkarmak olduğu herkes için açıktır. Ya da 100. Kuvvet’te yapılan aramalardan birinde bir tutukluyu alıp bir köşeye götürdüler. Onu yere indirmeye geldiklerinde, içlerinden biri aniden “Hey! Bana direniyor musun?” diye sordu.
Ve hemen etraftaki herkes tekmelemeye, yumruklamaya ve ‘Direniyor’ diye bağırmaya başladı. Orada duruyordum ve tam olarak neler olduğunu gördüm. Hiçbir şekilde direnmiyordu. Yere atıldı, elleriyle başını, yüzünü korumaya çalıştı, kıvrıldı. Ve devam ettiler. Orada duran herkes için onun gerçekten direnmediği açıktı. Çünkü gerçekte olan buydu. Ancak daha sonra, orada bulunan ve her şeyi gören bir askerle konuştuğumda, dayağı haklı buldu ve ‘Direnen bir tutukluya yapılması gereken budur’ dedi. Sessiz kaldım. Anladım ki o gerçeği görmüyordu, kendi tercihiyle gerçeği görmüyordu.
Bize bir mahkûm getirip ‘O tehlikeli’ diyorlardı. Ve biliyorsunuz, bu ifade, onun tehlikeli olduğu yani anlamsızdır. Öyle olsa bile. Ne yapacak ki? Elleri ve bacakları zaten bağlı ve buna rağmen hangarda ön sıraya yerleştiriliyor. Bu kelimeyi – ‘tehlikeli’ – bir ipucu gibi anladım. Sanki bize daha sonra onu vahşice dövmenin mümkün olduğunu söylüyorlar. Ve öyle de oluyor.
Bu arada, artık ‘nezarethane’ demenize izin verilmiyor. Bir aşamada bunun politik olarak doğru olmadığını ve bundan sonra ‘hapsetme tesisi’ dememiz gerektiğini söylediler. Ama bu sadece sonlara doğruydu. Geriye dönüp baktığımda, Sde Teiman’da nöbet tutmaya gidince Nukhba teröristleri ve Ekim ayında yaptıkları hakkında bir şeyler anlayabileceğimi düşünmek biraz saflıktı.
Filistinlilerin boynuzları olduğunu hayal etmemiştim ama aşırı nefretle, ideolojiyle karşılaşacağımı düşünmüştüm. En nihayetindeyse aşağılık insanlardı…insanlardı yine tabii. Bazı şeyleri sindirmek zaman alıyor. Oradan ne kadar uzaklaşırsam gözlerim o kadar açıldı. Beni en çok rahatsız eden şey, sıradan insanların şok edici bir insanlık durumunun ortasındayken ne kadar kolay ve ne kadar hızlı bir şekilde bağlantılarını koparabildiklerini ve gözlerinin önündeki gerçeği göremediklerini görmek oldu.
Bir sağlık ekibinin kadın üyesi olan Y’nin anlattıkları:
Kısa bir süre önce Sde Teiman hastanesindeki görevimi tamamladım. Oraya, ordunun birkaç ay önce hastanelere personel bulmaları için yaptığı çağrıdan sonra gittim. Bu beni bir vatandaş ve Gazze’de bulunan bir askerin annesi olarak çok etkiledi. Bu yüzden çağrı geldiğinde ve ‘ulusal bir görev’ olarak tanımlandığında evet dedim. Ne yer ne de görev hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Oradaki ilk 24 saat kolay geçmedi. Ama şok geçireceğimi düşünmemiştim.
Haaretz: Sizi bu kadar şaşırtan neydi?
Orası tamamen hayal edilemez bir yerdi, daha önce hiç böyle bir şey düşünmemiştim. İlk düşüncem şuydu: Ben ne yaptım? Ama sonra işin içine girdim. Ertesi sabah derin bir nefes aldım ve kendime şöyle dedim: Tamam, insanları nasıl tedavi edeceğimi biliyorum, bilgi almak için tedavi sağlamamız gerekiyor.
Tutuklular oğlumu korumaya yardımcı olabilecek bilgilere sahipler. Başkalarının oğullarını kurtarabilecek bilgilere sahipler. Elimden gelenin en iyisini yapmaya karar verdim. Her yerde yaptığım gibi. Tesis büyük ölçüde Sağlık Bakanlığı tarafından yönetiliyor, çünkü başka bir seçenek yok. 7 Ekim’de yaralı Hamas personeli çeşitli hastanelere götürüldüler, ancak daha sonra La Familia [Kudüs’ten aşırı milliyetçi bir grup] ortaya çıktı ve kargaşa çıkardı, tehditler vardı ve tedavi sağlamak zordu. Hiçbir hastane yöneticisi böyle bir sorun yaşamak istemez.
Ben oraya gitmeden önceki ilk aylarda Sde Teiman’da neler olup bittiğini bilmiyorum. Ama görünüşe göre, tüm eleştiriler nedeniyle, ilk sahra hastanesi çok daha büyük ve klimalarla donatılmış yeni bir tesise taşındı.
Her sabah prosedürlere, tedaviye ve takibe yardımcı olmak için geliyorduk. Öğleden sonra ve geceleri de acil vakalar getiriliyordu. Sahada hizmet verecek sağlık personeli pek bulunmadığı için ekibin çoğu oldukça yaşlı yedek askerlerden oluşuyordu. Hatta bazıları 70 ve 80 yaşlarındaydı. Onlar daha yetkin ve zihinsel olarak daha dayanıklılar.
Orada karmaşık hiçbir şey yapılmıyor, sadece diğer hastanelerde yapılıyor. Bu da şu anlama geliyor: Gazze’den getirilen biri ameliyat olmuşsa, birkaç saatlik iyileşme sürecinin ardından, eğer kanaması ya da yüksek tansiyonu vs. yoksa, gece yarısı bile olsa hemen bize getiriliyordu. Ve medyanın bunu duymaması için çok uğraşırlardı; yaralı, hızlı bir şekilde girip çıkardı. Her gün sebze, protein ve günde iki ya da üç kez bir tür şişe içinde gıda katkı maddesi alıyorlardı. Çoğu yiyeceği eliyle alıp pipetle şişeden içebiliyor ya da sebzeyi tutabiliyordu. Tutamayanlara ise personelden biri yardım ediyordu.
Haaretz: Peki ya çocuk bezleri?
Sadece ihtiyacı olanlar için. Lazımlıkla idare edebilenler lazımlık kullanırdı; edemeyenler ise bebek bezi. Medyanın neden sonda takıldığını yazdığını bilmiyorum. Sahip oldukları şey bir kateter değil, delikli bir prezervatif ve bir torbaya bağlı bir tüp gibi harici bir şey. Konfor açısından bu tercih edilebilir. Islak bir bezin içinde yatıyorsanız, bu hoş değildir. Mahkûm un tuvalete gidemediği durumlarda kullanılır.
Tuvalete gidebilenler, hastanede olduğu gibi bir şişeye işerdi. Oradaki koşullar işkence olarak tanımlanıyor. Belki de. Birçok açıdan… evet, buna katılıyorum. Hatta belki de delice bir işkence. Ama yargılamam. Konu hakkında bilgili değilim. Tıbbi bakım hakkında konuşabilirim ve oradaki tedavi iyi. Tüm uzuvlarının prangalı olduğunu söyleyen makaleler var. E tamam, yeni olan ne? Ekim ayından önce bile ne zaman bir terörist normal bir hastanede tedavi edilmek üzere bize getirilse, kelepçeli olarak gelirdi. Bu yüzden neyin yeni olduğunu anlamıyorum.
Haaretz: Bu gerekli mi?
Yargılamak için orada değildim. Karşılaştığım gerçek buydu. Günde bir kez görevli kişi hastaneye gelip kelepçelerin çok sıkı olup olmadığını kontrol ediyordu. Eti kesip kesmediklerini. Her gün boşluk olup olmadığı, her kelepçenin altından en az iki parmağın geçip geçemeyeceği kontrol ediliyordu.
Hastalarım hakkında hiçbir şey bilmiyordum, uzun süredir orada olanlar hakkında bile. Bize bir mahkûm numarası verilirdi. Sde Teiman’da bir süre kaldıktan sonra bölümümde her zamanki gibi çalışmaya döndüğümde mutluydum. Hastalarımın isimlerini bilmek ne büyük bir mutluluk.
Haaretz: Her zaman gözleri bağlı mı?
“Evet, bu tıbbi değil askeri bir karar. Ve… bir keresinde nedenini sordum ve bana bu insanların tehlikeli olduğu ve askeri yetkililerin ekipteki insanları görmelerini istemedikleri söylendi.
Haaretz: Gözaltı tesisinde acımasız şiddet eylemleri yaşandığına dair ifadeler var. Savaştan ya da sahadan gelmediği halde, uzuvları kırık bir şekilde size gelen oldu mu?
Hayır, hiç görmedim…hiç görmemekten de öte, böyle bir şey yaşanmadı, hayır. Asla görmedim. Bize gelmeden önce neyden yaralandıklarını da bilmiyorum. Bu benim işim değil.
Haaretz: Kırık dişler, ciddi çürükler filan?
Hayır. Yok böyle bir şey. Mümkün değil. Yok. Sadece görmedim değil, duymadım da. Eğer böyle bir şey olsaydı, şok olurdum. Belki de ben gelmeden önce her şey farklıydı. Sakın 7 Ekim’i ve onu takip eden iki üç ayı unutmayın. Bugünkü durum değişti.
Çok büyük bir öfke olduğuna inanıyorum. Travma. Ama ben oradayken hiçbir şey görmedim ve görseydim de muhtemelen bunu üstlerime aktarırdım. Çünkü buna dayanamazdım. Tutuklular için değil: Onlar terörist ve onlara hiç acımıyorum. Bizim için, çünkü böyle davrandığımızda bu bize zarar verir. Kendimizi düşünmeliyiz, sadece kendimizi.
Çeviri: YDH